"Marifetullah" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
“Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.” (20. Mektup)
"Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır." (20. Mektup)
İnsan, iman, ibadet ve marifet için yaratılmıştır. Marifet, Allah’ı sonsuz ve muhit bir ilim sahibi olduğunu bilmektir
Marifetullah; Allah’ı bütün esmâ ve sıfatlarıyla ve şuunatıyla tanımaktır. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ı taklit edilmez harika eserleriyle tanımak, her varlığın arkasında O’nun nihayetsiz ilmini, sonsuz kudretini ve mutlak iradesini okumaktır.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zâriyat, 56) ayet-i kerimesindeki “ibadet” lafzına birçok tefsir âlimi “marifet” manası vermişlerdir.
Evet, bilmek başkadır, tanımak başka. Biz, arıyı bal yapan bir böcek olarak biliriz ama onun üzerinde ihtisas yapanlar onu derinlemesine tanırlar.
Biz, gözü gören bir organ olarak biliriz ama bir göz doktoru onu tanımak için altı yıl tıp eğitimi alır, sonra da o sahada ihtisas yapar.
Toprağı bilmek başkadır, tanımak başkadır. Bir gram toprakta milyarlarca bakteri olduğu söyleniyor.
Biz, dişi biliriz ama tanımayız. “Diş Hekimliği Fakülteleri” dişi tanımak, tedavi etmek veya diş yapmak için çeşitli dallara ayrılmış, ciltlerle kitaplar yazılmış, yüzlerce profesör yetişmiştir.
Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimler de çeşitli dallara ayrılmıştır. Biyolojinin bir dalı olan “Botanik” sadece bitkileri incelemektedir.
Bir mimarın Selimiye Camii’ne bakışı ile bizim bakışımız arasında mukayese edilmeyecek derecede fark vardır. Bir sanat erbabı tarihi eserlerdeki sanat inceliklerini en ince detaylarına kadar bilir. Bunun içindir ki, başta İstanbul olmak üzere tarihi eserlerin bulunduğu illere gelen turistlere yol gösteren, eserler hakkında bilgi veren birçok rehberler ve kılavuzlar vardır.
Aynen bunun gibi, bu uçsuz bucaksız kâinatın Ezeli ve Ebedi Halık’ını tanımak için de Kur’an-ı Mucizü’l Beyan’a, onun birinci müfessiri olan Resul-i Ekrem Efendimize, Kur’an’ın nurlu yolunda yürüyen, ehlisünnet çizgisinden ayrılmayan, sünnetleri kendilerine rehber edinen mürşit ve âlimlere, onların telif ettikleri tefsirlere ve eserlere ihtiyaç vardır.
Fahr-i Âlem Efendimize nübüvvet tevdi edilmeden evvel insanların ekserisi müşrik idi. Onlar Cenab-ı Hakk’ı tanıyamadılar, O’nun varlığına ve birliğine delil olan kâinat kitabını okuyamadılar, o harika eserlerin ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar, kendileri gibi mahlûk olan güneşe, ateşe, nehre, yıldıza, sığıra ve putlara taptılar. Bunun içindir ki Kuran’ın ilk nazil olan ayeti “Oku” ile başladı. Ta ki, insanlar önce kendilerini, sonra da kâinat kitabını okusunlar. Bu kâinat kitabını en mükemmel bir şekilde okuyan Habib-i Kibriya Efendimiz (sav.) hem kâinattaki tekvini ayetlerle hem de Kur’an ayetleri ile Cenab-ı Hakk’ı tanıttı. O’nun emir ve yasaklarını tebliğ etti. İnsanın yaratılış gayesini, kâinatın sırlarını anlattı.
“Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır.” (11. Söz)
Yüce Allah’ı Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Resul-i Ekrem Efendimizin (sav.) ders verdiği gibi bilmek lazımdır. Ezelî ve ebedî, kudreti nihayetsiz, ilmi muhit, iradesi mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın zatında şeriki olmadığı gibi, fiil ve icraatında, tasarruf ve tedbirinde, terbiye ve idaresinde de şeriki yoktur. Yüce Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’in tek bir ayetinin benzerini getirmek mümkün olmadığı gibi, irade ve kudret sıfatından gelen şu kâinat kitabındaki bedi ve harika eserlerin de taklidini yapmak mümkün değildir.
İman Allah’ı bilmek, marifet ise tanımaktır. Allah’ı tanımanın sonu yoktur. Akıl ve marifette en ileri, esma-i ilahiyenin en mükemmel aynası olan Habib-i Edip Efendimiz (sav.) Miraç vasıtasıyla yedi kat semayı geçerek cenneti ve cehennemi gördü, nice âlemleri okudu buna rağmen şöyle buyurdu: “Subhâneke maarefnake hakka marifetike ya Maruf”(Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim).”
Kâinattaki bütün harika eserler Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine güneş gibi aynadır. Marifette derinleşen bir mütefekkir, bütün kâinatta tecelli eden esma tecellilerini okur, her mahlûkta Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür, mührünü ve damgasını idrak eder, azamet ve kibriyasını anlar. Allah’ı tanıdıkça imanı inkişaf eder, muhabbeti artar, ubudiyet ile O’na yaklaşır.
İnsan bu dünyaya Allah’a iman etmek ve O’nu tanımak için gönderilmiştir. İnsan ancak ilim, marifet, fazilet ve dua ile tekâmül eder. Asıl ilim ise marifetullahtır. Marifetullah ilimlerin şahı ve en üstünüdür. Marifet, fikrin nuru, aklın gıdası ve vicdanın ziyasıdır.
İmanın olduğu gibi marifetin, yani Allah’ı tanımanın da yine sonsuz dereceleri vardır. Marifetullah sonsuz bir sahadır. Allah’ın zatı bilinemeyeceğine göre, marifette terakki etmenin en sağlam yolu, İlâhî isimlerin ve sıfatların tecelligâhı olan mahlûkat âlemini Allah namına tefekkür etmektir.
“Cenab-ı Hakka vasıl olmak” denilince, imanla intisap etmek, imandaki yakinini artırmak, marifetullahta terakki etmek ve kulluk görevini en iyi şekilde yerine getirme konusunda hassasiyet göstermek anlaşılır. İnsan, “iman, marifet ve ibadet” sahalarından ne kadar terakki ederse, Cenab-ı Hakka o kadar yaklaşmış, O’na vasıl olma yolunda, o kadar ilerlemiş, ne kadar da isyan ederse, bu yüksek gayeden o kadar uzaklaşmış olur.
Üstadımız On Dokuzuncu Söz’de, Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif, yani tarif edici olduğunu beyan eder ve bunları, “Kâinat kitabı, Peygamber Efendimiz(asm) ve Kur’an- Kerim” olarak takdim eder.
Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği ve Allah Resulü’nün(asm) ders verdiği birçok hakikatler, Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı kâinat kitabında da bizlerin nazarına sunulmuştur. Bunları doğru değerlendirmek de insanı Allah’a vasıl eder.
Ahsen-i takvimde yaratılan insan bütün esmâya mazhar olma şerefine ermekle marifet sahasında en ileri makamlara çıkmaya namzet olmuştur. Bu ise hakiki bir saadettir; dünyanın gelip geçici saadetleriyle mukayese edilmeyecek kadar yüksektir. Bu saadet “halistir, şirindir ve safi”dir. Dünyanın hiçbir derdi ve tasası o saadet güneşini perdeleyemez, gölgeleyemez ve bozamaz.
"Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."
Nur Külliyatı’nın birçok dersinde kemaliyle işlenen bu hakikatin kısa bir açıklamasını şöyle yapabiliriz: Bir mümin şöyle düşünür: Ben İlâhî isim ve sıfatların tecellileriyle bu varlık nimetine kavuşmuşum. Hayatım Muhyi isminden, suretim Musavvir isminden, görmem Basir isminden haber veriyor. Her organımın, her hücrem, her duygum ve her hissim hikmetle yaratılmış olmalarıyla Allah’ın Hakîm ve Âlim isimlerinin tecellilerini sergiliyorlar. Bütün bunlar bana bir İlâhî ihsan ve ikram olmalarıyla Kerîm ve Muhsin isimlerini aklıma ve kalbime ders veriyorlar. Ben tek başına yaşayan, bağımsız ve müstakil bir varlık değilim. Yer çekimiyle ayaklarım yere bağlanmış, ciğerlerim hava ile temasta, gözüm güneşle aydınlanıyor. Ben Üstadımın ifadesiyle “Şu kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi”yim.
Allah’a iman etmek, O’nun eseri, O’nun misafiri olduğunu bilmek kalbin en büyük lezzeti ve saadetidir. İman eden insan marifetullahta yani Rabbini esmâ ve sıfatlarıyla tanımakta mertebeler kat ettikçe ruhu manevî zevklere, lezzetlere ve sürurlara gark olur.
EN İLERİ MARİFET
İnsanın yaratılış gayesinin ibadet olduğunu beyan eden İlahi fermandaki bu ibadet kelimesini, çoğu âlimlerimiz “marifet” olarak tefsir etmişler; insanın yaratılış gayesi Allah’ı tanımak ve bu vadide daima ilerlemektir, demişler. Bu mana gerçekten de ruhumuzu tam tatmin ediyor.
Bilindiği gibi cennette, namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler yok. Ama marifette terakki, orada, çok daha ileri seviyesiyle, yine hükmünü icra edecek. Burada, içtiği bir bardak suda Rezzak ismini okuyan bir mü’min, orada cennet ırmaklarından içecek, Rabbinin rezzakiyetini çok daha güzel anlayacak, daha geniş dairelerde tefekkür edecek.
Burada semayı seyreden gözler, orada Arşı seyredecekler.
Diriliş hâdisesiyle insanlar yeniden yaratılırken, cennetin bütün lezzetlerinden faydalanabilecek ve cehennemin o hayallere sığmaz acılarını çekebilecek bir mahiyete kavuşacaklar.
İşte, mümin, bu yeni yaratılışıyla, cennette dünyadakinden çok daha fazla lezzet alacak; tefekkürü, hayreti, şükrü ve marifeti de o nisbette artacaktır.
Bu dünyadaki nimetler, cennettekilerin yanında gölge gibi. O halde, oradaki marifet de bu dünyadakinden o derece ileri olmalı.
MARİFETTE FARKLILIKLAR
Her mümin Cenab-ı Hakk’ın mekândan münezzeh ve her mekânda hazır olduğuna inanır. Bütün mekânları ve onlarda meydana gelen bütün hâdiseleri birlikte yaratan Allah’ın, her mekânda hazır olduğuna akıl da şehadet eder. Ama bu imanın ve bu şehadetin kalplerde, duygularda, hislerde icra ettiği tesir noktasında, müminler arasında çok farklılıklar vardır.
Bu hakikati sadece sorulduğunda hatırlayan bir mümin ile bu imanını ruhunda hâkim kılan ve ilahi murakabe altında bulunduğunun idraki içinde sözlerini, fiillerini ve hâllerini daima kontrol eden bir diğer müminin bu noktadaki marifetleri birbirinden çok farklıdır.
İslam’da tevhid esastır. Her mümin Allah’ın bir olduğunu bilir. Onun eşi, benzeri, yardımcısı olmadığına iman eder. Bu, gerçek bir marifettir. Ama bu marifette de nice dereceler var. “Vahdehu”nun şu tefsirine bu nazarla bakalım:
“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme...” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam)
İşte bu ulvi makama ermede müminler arasında nice dereceler var.
İnsan, Allah’ın azamet ve kibriyasını düşündükçe, nefsinin zillet ve hakaretini daha iyi anlar; ona büyüklenme fırsatı vermez. Onun rahmet eserlerini tefekkür ettikçe kalbi şükür ve minnetle dolar.
Her biri sonsuz kemalde bulunan bütün ilahi sıfatlar ve isimleri de bunlara kıyas ettiğimizde, Allah’ın marifetinde terakki etmenin sonu olmadığını daha iyi anlar ve bu vadide insanlar arasında bir bakıma sonsuz farklılık bulunduğunu daha iyi idrak ederiz.
Gözü bilmek başka tanımak başkadır. Hepimiz gözün ne olduğunu biliriz, ama onu bütün özellikleriyle ancak göz sahasında ihtisas yapmış bilim adamları tanırlar.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü