"Her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise Şemsin şuaâtı ile onu görmek ve tanımak gibi,.." Allah'ı görmek ve tanımak ile ne anlamamız gerekir?
Değerli Kardeşimiz;
"Fâtiha-i şerifede, başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gâibane medh ü senâ ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Her şeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise, şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın Esmâ-i Hüsnâsıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle, Onu kàbiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz."(1)
Allah'ı tanımanın çekirdekten ağaca kadar çok makamları bulunuyor. Bu makamlar da kişinin marifetine, kabiliyetine, derece-i ihatasına göre şekilleniyor. İnsan mahiyetindeki bütün cihazları Ona tevcih ettiği derecede marifete ulaşır. Kalp başka, akıl başka telden çalarsa, bu nakıs bir marifet olur. Sahabenin üstün vasıflarından birisi de bütün cihazlarını, duygularını ve latifelerini marifet yolunda işletmeleridir. Nefis, bütün süflî hissiyatları ile marifet yolunda hadim olmuş onları marifetin şahikasına çıkarmıştır.
Allah'ı şuunatı, sıfat ve isimleri ile tanımak lazımdır. İnsan Allah'ı tanımak ve O’na ibadet etmek için yaratılmış, bunun için de harika duygularla, mükemmel latifelerle mücehhez kılınmıştır. Marifet, Allah’ı bütün esmâ ve sıfatlarıyla ve şuunatıyla tanımaktır.
Marifetullah; Cenab-ı Hakk’ı, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz’in (sav.) ders verdiği gibi tanımaktır. Allah’ı bilmek ise, evvelâ, varlığını ve birliğini bilmekle mümkün olur. Allah’ı bilmek dinin temelidir ve bütün ahkâm-ı diniye ona bina edilir. Bu da ancak afakî ve enfüsî deliller ile Allah’ı şeksiz ve şüphesiz, yakinen, gözle görür gibi bilip inanmaktır.
Ahsen-i takvimde yaratılan insan bütün esmâya mazhar olma şerefine ermekle marifet sahasında en ileri makamlara çıkmaya namzet olmuştur. İnsana düşen ise bunları Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şekilde kullanmasıdır.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 51/56) âyetindeki “ibadet” lâfzını, müfessirlerimiz “mârifet” olarak izah ederler. Mârifet, yâni Allah’ı tanıma, O’na hakkıyla iman etme ve bu iman şuuruyla ömür sürme.
İlâhî mârifet dersini en ileri seviyesiyle Kur’ân vermiştir. Bu mücerred bir dâvâ değildir. İlk nâzil oluşundaki tazelik ve berraklığıyla Kur’ân da ortadadır, tahrif olmuş semâvî kitaplar ve beşerî nazariyeler de. Aradaki sonsuz farkı görebilmek için ince bir basiret gerekmiyor. Sadece insaflı bir bakış kâfidir.
Cenab-ı Hakk’ın Zâtını, isim ve sıfatlarını Kur'an-ı Kerîm'in beyan ettiği veçhile bilenler, O’nu nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olarak tanır; ulûhiyetinin şanına yakışmayan her türlü batıl fikirlerden, bütün noksan sıfatlardan tenzih ederler. Mutlak kemalin ancak ve ancak Allah u Teâlâ'nın Zât ve sıfatlarına mahsus olduğunu bilir, bütün mahlûkata takılan izzet ve kemallerin O'nun nihayetsiz kemalinin cilveleri olduğunu idrak ederler.
Cenab-ı Hakk’ı Kur’an’ın bildirdiği ve Hz. Peygamber (asm.)’in ders verdiği gibi tanıyan, bütün enfüsî ve afakî delilleri okuyan, İlahî isimlerin kâinattaki tecellilerini tefekkür eden bir mü’min, O’nu bütün kemal sıfatlarla muttasıf, vücudu vacib, kudreti nihayetsiz, ilmi muhit, iradesi mutlak olarak bilir. Mahlûkatın ise vücudunun hâdis, acizliğinin nihayetsiz, ilminin nakıs, iradesinin cüz’î olduğunu anlar.
Allah kendini hem kâinat kitabı hem kelam kitabı hem de resuller vasıtası ile bize tanıtmıştır; bize düşen ise bu tanıtmaya mukabil iman ile tanımaktır.
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua (Âyatü'l-Kübrâ).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü