"Nev-i beşerdeki cari olan âdetullah" ne demektir, izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Âdetullah, Allah’ın kâinatta sabit ve daim olan kanunlarına denilmektedir. Materyalist felsefe bunlara tabiat kanunları demektedir. Âdetullah ve kevnî sünnetler, Allah'ın hikmeti muktezası değişmezler.
"Nev-i beşerdeki câri olan âdetullah" ifadesi de Hz. Âdem'den bu yana iyilere mükâfatın ve güzelliklerin verilmesi, kötülere ise ceza ve mahrumiyetlerin yağdırılması olarak hülasa edilebilir. İnsanların, kendi iradeleriyle imanı ve küfrü tercih etmeleri de âdetullahtır. Bir peygamber, ömrü boyunca bazen bir iki kişiden fazla kendisine iman eden olmamış olabilir. Dolayısıyla ahir zamanda gelmesi beklenen Hz. Mehdi de yine âdetullaha göre cihad edecektir. Bu sebeple sihirli değnek gibi bir usulle insanların kendisine bağlanması gibi bir düşünceye kapılmamak icab eder.
Ve bu husus ayette şu şekilde ifade edilmektedir:
“...Allah’ın kanununda bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 48/23)
Âdetullah kevnî ve fıtrî şeylerde cari olup fertlerde ve milletlerde de caridir. Yani ferdin muktesid olması gerektiği gibi, şirketlerin, aile ve devletlerin de iktisadlı olması gerekir. Âdetullah kanunlarına uyan ferd ve cemiyetler rahatladıkları gibi, uymayanlar da dünyada bu kanunlara olan muhalefetten dolayı zarar görürler.
Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin helak olması ve tarih sahnesinden silinmesinin sebepleri de hep bu haram yollara tevessül edilmesidir ki, Allah bu noktada asla âdetini değiştirmez.
“...Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah herhangi bir toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onların Allah’tan başka yardımcıları da bulunmaz.” (Rad, 13/11)
İlahî nimetler, mükâfat ve cezalar arasında sebep-netice münasebeti vardır.
“Bu böyle olmuştur; çünkü Allah, bir topluluğa lutfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez ve Allah her şeyi işitip bilmektedir.” (Enfâl, 8/53)
İnsanlar, Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde değişirler, aslî kıymetlerine yabancılaşırlar, ellerindeki nimetin şükrünü yerine getirmez, onu gerektiği yerde, gerektiği gibi kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah’ın lütfu olduğunu unutur, kendilerine mal ederler; güç, servet, ilim, iktidar gibi ilahî nimetleri zulüm için kullanırlar...
İşte böyle değişen ve bozulan insanların elinden nimet, onu veren Allah tarafından alınır ve yerine zıddı (felaket, mahrumiyet, sıkıntı) verilir. Bu nev-i beşerde cari olan bir âdetullahtır.
Kâinatta iki türlü şeriat vardır; Birisi, Allah’ın kelam sıfatından gelen; vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Dinler, insanların ibadet ve içtimaî hayatlarını tanzim eden ve onlara hakta rehberlik eden semavî emir ve yasaklardır. Bu şeriata uyanlar hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında mes’ud ve bahtiyar olurlar.
Evâmir-i şer’iye; Allah’ın peygamberler vasıtasıyla kullarına bildirmiş olduğu emir ve yasaklardır. Namaz, oruç zekât, hac gibi ibadetler Allah’ın emirleri; zina, kumar, içki, cinayet gibi günahlar da O’nun yasak ettiği çirkin fiillerdir.
Diğer şeriat ise, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Yani adetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlardır. Bunlara “Evâmir-i tekviniye” deniliyor.
Çekirdeğin çatlayıp büyümesi, yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi, suyun kaldırma kuvveti, yerçekimi kanunu, soğuğun üşütmesi, ateşin yakması, kuvvetin üstünlüğü, çalışmanın servet sahibi etmesi, tembelliğin sefalet ve fakirliğe sebep olması irade sıfatından gelen sünnetullah kanunlarıdır yani evâmir-i tekviniyedir.
Bu sünnetullah kanunlarına uymayanlar, cezasını peşinen dünyada görür, uyanlar ise mükâfatını peşinen alır. Mesela, bir insan kendini yirmi katlı bir binadan atsa paramparça olur. Allah’ın kudret kanunlarında ceza da mükâfat da peşindir.
Sabrın mükâfatı zaferdir. Tembelliğin cezası fakirlik ve sefalet; çalışmanın ve gayretin neticesi ise servet ve kuvvettir. Sebatlı ve kararlı olmanın neticesi de galip gelmektir. Bunlar hep tekvinî emirlerdir.
İşte, nasıl ki, Kelam sıfatından gelen dinin hükümlerine uymak insanların ve cinlerin vazifesi ise, şu irade sıfatından gelen fıtrî ve tekvinî şeriata uymak da yine bütün insanların ve cinlerin vazifesidir.
Dine uymayanların ekserisi ahiret hayatında ceza çekerler; ama fıtrî şeriata, yani sünnetullah kanunlarına uymayanlar, peşinen cezasını bu dünyada çekerler. Bu mü’min olsun kâfir olsun fark etmez. Kâinattaki adetullah kaidelerine uymayanların peşinen zelil ve hakir olmaları Allah’ın değişmez bir kanunudur.
Bu şeriatı terk eden dünya hayatında perişan olur ve sürekli ezilir. Yüce Allah bu imtihan dünyasında eşyanın vücuda gelmesini birtakım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Muhtaç olmamak için çalışmak, hasta olunca ilaç kullanmak tevekkülün muktezasıdır. Ders çalışmadan imtihanı kazanmak, ağaç dikmeden meyve almak, evlenmeden çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Bir kimsenin evlat sahibi olması için evlenmesi şarttır. “Allah her şeye kadir değil mi evlenmeden de bana evlât verebilir” diyen biri Hakîm ismi muktezasınca asla evlat sahibi olamayacaktır.
Sünnetullah kanunlarına uymak zarurîdir, terki ve başkalarına havalesi kabil değildir. Maalesef Müslümanlar bilhassa son bir asırda Kur’an ve sünnet çizgisinden uzak bir hayat yaşadıkları ve sünnetullah kanunlarına uymadıkları için, hem manen hem de maddeten terakki edemediler.
Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getiren, sadece ahirete çalışan ancak kevnî şeriatı terk eden bir Müslüman dünyada muvaffak olamayacağı gibi, kevnî şeriata sımsıkı sarılıp da İslam şeriatını terk ederek sadece dünyaya hasr-ı nazar eden biri de ebedî saadeti kaybedip perişan olacaktır.
Allah her iki âlemde de saadeti ancak her iki şeriata sarılana veriyor. Bu yüzden kevnî şeriatı görmeyip sadece İslam şeriatı ile hareket eden ve dünya hayatında zayıf ve fakir düşmüş Müslümanlara bakıp da kabahati İslam dinine fatura etmek cehalet ve hamakattir.
Sadece kevnî şeriatı alıp İslam şeriatını terk eder isek, bu sefer de dünyada geçici ve yalancı bir rahatlık yaşar, ebedî saadeti kaybetmiş oluruz. Öyle ise her iki âlemde rahat edip perişan olmamak için, her iki şeriata da uymak mecburiyetindeyiz.
Kâfirlerin kevnî şeriata sarılmaları ve muvaffak olmaları, vesile açısından bir hak iken, Müslümanların kevnî şeriatı terk etmeleri vesile açısından bir batıldır. Öyle ise kâfirlerin dünya açısından bize üstün olmaları, vesilelerinin hak olmasından gelen bir üstünlüktür. Dolayısı ile Müslümanlara galip gelen, kâfirlerin batıl inançları değil, hak vesileleridir.
Hâlbuki İslam insanlara çalışmayı ve dürüstlüğü emrediyor. Biz bu emre layıkı vechiyle itina gösteremedik, maddeten geri kaldık. Maddî kuvvet de kâfirlerin eline geçti. Yapılacak tek şey var; Allah’ın hem İslam şeriatına hem de fıtrî şeriatına, yani ilim ve teknolojiye sımsıkı sarılmaktır. O zaman inşallah İslam dünyası bu makûs talihini kırar ve her iki cihanda bahtiyar ve mes’ud bir hayat sürer.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bediüzzaman Said Nursi'nin Görüşleri Işığında Bu Asırda Kur'an'la Nasıl Amel Edilir?
- Said Nursî'ye Göre Islah Metodunda Ahlâkın Merkezi Konumu
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Teşekkür ederiz