"O Zat-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemalden iki şer'î tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir. O da şer'-i tekvini..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,

O da şer’-i tekvinî. Vasf-ı kelamdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan

Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür." (Sözler, Lemeat, "El-hakku yâ’lû" Bizzat, Hem Âkıbet Muraddır.)

Kâinatta iki türlü şeriat vardır; Birisi, Allah’ın kelam sıfatından gelen; vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Dinler, insanların ibadet ve içtimaî hayatlarını tanzim eden ve onlara hakta rehberlik eden semavî emir ve yasaklardır. Bu şeriata uyanlar hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında mesut ve bahtiyar olurlar.

Diğer şeriat ise, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Yani âdetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlardır. Çekirdeğin çatlayıp büyümesi, yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi, hepsi irade sıfatından gelen şeriatın hükümleridir.

İşte, nasıl ki, kelam sıfatından gelen dinin hükümlerine uymak insanların ve cinlerin vazifesi ise, şu irade sıfatından gelen fıtrî ve tekvinî şeriata uymak da yine bütün insanların ve cinlerin vazifesidir.

Dine uymayanların ekserisi ahiret hayatında ceza çekerler; ama fıtrî şeriata, yani sünnetullah kanunlarına uymayanlar, peşinen cezasını bu dünyada çekerler. Bu mü’min olsun kâfir olsun fark etmez. Kâinattaki adetullah kaidelerine uymayanların peşinen zelil ve hakir olmaları Allah’ın değişmez bir kanunudur.

Mesela, suyun kaldırma kanunu, yerin çekim kuvveti, soğuğun üşütmesi, sıcağın yakması, kuvvetin üstünlüğü, çalışmanın muvaffakiyet getirmesi, tembelliğin sefalet ve fakirlik getirmesi gibi kanunları sünnetullahtır, kevnî şeriattır.

Bu şeriatı terk eden dünya hayatında perişan olur ve sürekli ezilir. Yüce Allah bu imtihan dünyasında eşyanın vücuda gelmesini birtakım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Muhtaç olmamak için çalışmak, hasta olunca ilaç kullanmak tevekkülün gereğidir. Ders çalışmadan imtihanı kazanmak, ağaç dikmeden meyve almak, evlenmeden çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Bir kimsenin evlat sahibi olması için evlenmesi şarttır. “Allah her şeye kadir değil mi evlenmeden de bana evlât verebilir” diyen biri Hakîm ismi muktezasınca asla evlat sahibi olamayacaktır.

Sünnetullah kanunlarına uymak zaruridir, terki ve başkalarına havalesi kabil değildir. Maalesef Müslümanlar bilhassa son bir asırda Kur’an ve sünnet çizgisinden uzak bir hayat yaşadıkları ve sünnetullah kanunlarına uymadıkları için, hem manen hem de maddeten terakki edemediler.

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getiren, sadece ahirete çalışan ancak kevnî şeriatı terk eden bir Müslüman dünyada başarı elde edemeyeceği gibi, kevnî şeriata sımsıkı sarılıp da İslam şeriatını terk ederek sadece dünyaya hasr-ı nazar eden biri de ebedî saadeti kaybedip perişan olacaktır.

Allah her iki âlemde de saadeti ancak her iki şeriata sarılana veriyor. Bu yüzden kevnî şeriatı görmeyip sadece İslam şeriatı ile hareket eden ve dünya hayatında zayıf ve fakir düşmüş Müslümanlara bakıp da kabahati İslam dinine fatura etmek cehalet ve hamakattir.

Mesela hac, zekât, cihad, tebliğ gibi emirlerin yerine getirilmesi maddi kuvvetle mümkündür. Öyle ise dünya hayatını asıl maksat ve gaye yapmadan, ebedî saadete vasıta yapmak maksadı ile dünyaya dört el ile sarılmamız gerekir.

"Bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir." (Hutbe-i Şamiye.)

Evet, ticaret ve sanat bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Zenginlik, ticaret, ziraat ve san’ata bağlıdır. İktisaden güçlü olmayan devletler siyasî yönden de muvaffak olamazlar. Beşeriyetin maddî ve manevî saadet ve terakkisini temin edecek en mühim sebep çalışma ve gayrettir. Tembelliğin İslâm’da asla yeri yoktur. İnsanın ruhen terakkisi iman ve irfan iledir. Ahiret hayatının saadeti ve rahatı hayır ve hasenatla mümkün olacağı gibi, dünya hayatının da huzur ve refah içinde geçmesi sa’y ve gayretle mümkündür.

Sadece kevnî şeriatı alıp İslam şeriatını terk eder isek, bu sefer de dünyada geçici ve yalancı bir rahatlık yaşar, ebedî saadeti kaybetmiş oluruz. Öyle ise her iki âlemde rahat edip perişan olmamak için, her iki şeriata da uymak zorundayız.

Kâfirlerin kevnî şeriata sarılmaları ve muvaffak olmaları, vesile açısından bir hak iken, Müslümanların kevnî şeriatı terk etmeleri vesile açısından bir batıldır. Öyle ise kâfirlerin dünya açısından bize üstün olmaları, vesilelerinin hak olmasından gelen bir üstünlüktür. Dolayısı ile Müslümanlara galip gelen, kâfirlerin batıl inançları değil, hak vesileleridir.

Halbuki İslam insanlara çalışmayı ve dürüstlüğü emrediyor. Biz bu emre yeterince itina gösteremedik, maddeten geri kaldık. Maddi kuvvet de kâfirlerin eline geçti. Yapılacak tek şey var; Allah’ın hem İslam şeriatına hem de fıtrî şeriatına, yani ilim ve teknolojiye sımsıkı sarılmaktır. O zaman inşallah İslam dünyası bu makûs talihini kırar ve her iki cihanda bahtiyar ve mes’ud bir hayat sürer.

Üstad Hazretleri, "Her bir fen Allah’ın bir ismine dayanır." diyerek, fıtrî şeriat ile kelam sıfatından gelen şeriatın iç içe olduğuna işaret ediyor, şöyle ki:

"Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemalat, o sanat kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir."

"Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir."

"Mesela, tıp bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur."

"Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü'l-eşya, Cenâb-ı Hakk'ın (celle celâlühü) ism-i Hakîm'inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılap eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol açar." (Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.)

Bu ifadeler açık bir şekilde doğruluğu sabit olmuş fennî ilmin de Kur’an’ın bir meselesi olduğunu ifade ediyor. Yani müsbet ilimler de Müslümanların ikinci şeriatıdır ve öyle olmak gerekiyor. Her iki şeriata karşı isyan ve itaat mümkündür; itaat eden mükâfat görür, isyan eden mücazat görür. Tekvinî şeriata isyan ve itaatin cezası peşindir. Kelam sıfatından gelen şeriata itaat ve isyan etmenin cezası ise galiben âhiret hayatındadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- El-hakku yâ'lû: Hak Yücedir. (Video: Dr. B. SABAZ)

- Hak Üstün İse; Neden Öyle Görünmüyor? (Video: Prof. Dr. A. BAŞAR)

- Müslümanın Kafire Mağlup Olmasındaki İnce Sır (Video: Z. AKYÜZLÜ)

- Hak Üstündür, Fakat Tatbikatta Öyle Görünmüyor! (Video: M. KARAMAN).

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...