"Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette,.." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi dünyada olur."
"Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir."
"Müsavatsız adalet, adalet değildir." (1)
Kâinatta iki türlü şeriat vardır; Birisi, Allah’ın kelam sıfatından gelen; vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Dinler, insanların ibadet ve içtimaî hayatlarını tanzim eden ve onlara hakta rehberlik eden semavî emir ve yasaklardır. Bu şeriata uyanlar hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında mes’ud ve bahtiyar olurlar.
Evâmir-i şer’iye; Allah’ın peygamberler vasıtasıyla kullarına bildirmiş olduğu emir ve yasaklardır. Namaz, oruç zekât, hac gibi ibadetler Allah’ın emirleri; zina, kumar, içki, cinayet gibi günahlar da O’nun yasak ettiği çirkin fiillerdir..
Diğer şeriat ise, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Yani adetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlardır. Bunlara “Evâmir-i tekviniye” deniliyor.
Çekirdeğin çatlayıp büyümesi, yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi, suyun kaldırma kanunu, yerçekim kuvveti, soğuğun üşütmesi, ateşin yakması, kuvvetin üstünlüğü, çalışmanın servet sahibi etmesi, tembelliğin sefalet ve fakirliğe sebep olması irade sıfatından gelen sünnetullah kanunlarıdır yani evâmir-i tekviniyedir.
Bu sünnetullah kanunlarına uymayanlar, cezasını peşinen dünyada görür, uyanlar ise mükâfatını peşinen alır. Mesela, bir insan kendini yirmi katlı bir binadan atsa paramparça olur. Allah’ın kudret kanunlarında ceza da mükâfat da peşindir.
Sabrın mükâfatı zaferdir. Tembelliğin cezası fakirlik ve sefalet; çalışmanın ve gayretin neticesi ise servet ve kuvvettir. Sebatlı ve kararlı olmanın neticesi de galip gelmektir. Bunlar hep tekvinî emirlerdir.
İşte, nasıl ki, kelam sıfatından gelen dinin hükümlerine uymak insanların ve cinlerin vazifesi ise, şu irade sıfatından gelen fıtrî ve tekvinî şeriata uymak da yine bütün insanların ve cinlerin vazifesidir.
Dine uymayanların ekserisi ahiret hayatında ceza çekerler; ama fıtrî şeriata, yani sünnetullah kanunlarına uymayanlar, peşinen cezasını bu dünyada çekerler. Bu mü’min olsun kâfir olsun fark etmez. Kâinattaki adetullah kaidelerine uymayanların peşinen zelil ve hakir olmaları Allah’ın değişmez bir kanunudur.
Bu şeriatı terk eden dünya hayatında perişan olur ve sürekli ezilir. Yüce Allah bu imtihan dünyasında eşyanın vücuda gelmesini birtakım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Muhtaç olmamak için çalışmak, hasta olunca ilaç kullanmak tevekkülün muktezasıdır. Ders çalışmadan imtihanı kazanmak, ağaç dikmeden meyve almak, evlenmeden çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Bir kimsenin evlat sahibi olması için evlenmesi şarttır. “Allah her şeye kadir değil mi evlenmeden de bana evlât verebilir” diyen biri Hakîm ismi muktezasınca asla evlat sahibi olamayacaktır.
Sünnetullah kanunlarına uymak zaruridir, terki ve başkalarına havalesi kabil değildir. Maalesef Müslümanlar bilhassa son bir asırda Kur’an ve sünnet çizgisinden uzak bir hayat yaşadıkları ve sünnetullah kanunlarına uymadıkları için, hem manen hem de maddeten terakki edemediler.
Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getiren, sadece ahirete çalışan ancak kevnî şeriatı terk eden bir Müslüman dünyada muvaffak olamayacağı gibi, kevnî şeriata sımsıkı sarılıp da İslam şeriatını terk ederek sadece dünyaya hasr-ı nazar eden biri de ebedî saadeti kaybedip perişan olacaktır.
Allah her iki âlemde de saadeti ancak her iki şeriata sarılana veriyor. Bu yüzden kevnî şeriatı görmeyip sadece İslam şeriatı ile hareket eden ve dünya hayatında zayıf ve fakir düşmüş Müslümanlara bakıp da kabahati İslam dinine fatura etmek cehalet ve hamakattir.
Mesela hac, zekât, cihad, tebliğ gibi emirlerin yerine getirilmesi maddî kuvvetle mümkündür. Öyle ise dünya hayatını asıl maksad ve gaye yapmadan, ebedî saadete vasıta yapmak maksadı ile dünyanın nimetlerinden istifade edilebilir.
“Bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir.” (Hutbe-i Şamiye)
Evet ticaret ve san’at bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Zenginlik, ticaret, ziraat ve san’ata bağlıdır. İktisaden güçlü olmayan devletler siyasî yönden de muvaffak olamazlar. Beşeriyetin maddî ve manevî saadet ve terakkisini temin edecek en mühim sebep çalışma ve gayrettir. Tembelliğin İslâm’da asla yeri yoktur. İnsanın ruhen terakkisi iman ve irfan iledir. Ahiret hayatının saadeti ve rahatı hayır ve hasenatla mümkün olacağı gibi, dünya hayatının da huzur ve refah içinde geçmesi sa’y ve gayretle mümkündür.
Sadece kevnî şeriatı alıp İslam şeriatını terk eder isek, bu sefer de dünyada geçici ve yalancı bir rahatlık yaşar, ebedî saadeti kaybetmiş oluruz. Öyle ise her iki âlemde rahat edip perişan olmamak için, her iki şeriata da uymak mecburiyetindeyiz.
Kâfirlerin kevnî şeriata sarılmaları ve muvaffak olmaları, vesile açısından bir hak iken, Müslümanların kevnî şeriatı terk etmeleri vesile açısından bir batıldır. Öyle ise kâfirlerin dünya açısından bize üstün olmaları, vesilelerinin hak olmasından gelen bir üstünlüktür. Dolayısı ile Müslümanlara galip gelen, kâfirlerin batıl inançları değil, hak vesileleridir.
Hâlbuki İslam insanlara çalışmayı ve dürüstlüğü emrediyor. Biz bu emre yeterince itina gösteremedik, maddeten geri kaldık. Maddî kuvvet de kâfirlerin eline geçti. Yapılacak tek şey var; Allah’ın hem İslam şeriatına hem de fıtrî şeriatına, yani ilim ve teknolojiye sımsıkı sarılmaktır. O zaman inşallah İslam dünyası bu makûs talihini kırar ve her iki cihanda bahtiyar ve mes’ud bir hayat sürer.
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 96.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Müsavatsız adalet, adalet değildir." Yani bu ifadeyi, "Eşitlik adalet değildir.", diye anlıyorum. Burada ne anlatılmak isteniyor?
"Eşitlik adalet değildir." demişsiniz. Bu mâna yanlıştır. Doğru olan, "Eşitsizlik adalet değildir." şeklinde olacaktır.
"Müsavat" eşitlik demektir. Müsavatsız kelimesi ise eşitsizlik demektir.
Hukuk önünde herkes eşittir. Eğer eşit değilse orada adalet diye bir şey olamaz. Mesela, bir çiftçi ile vali bir meselede münakaşa edip adalete müracaat etseler, hâkim ve savcı daha çiftçiye derdini sormadan "Sen nasıl olur da koskoca vali ile münakaşa edersin?" diye onu azarlasa, adalet burada tahakkuk etmemiş olur. Zira adalet ve hukuk önünde çiftçi ile vali eşit olmalıdır.
Herkesin eşit olmadığı hukuk sisteminde adalet tahakkuk etmez. Hukuk önünde makam, mansıb, mevki’, zenginlik, gibi mefhumların yeri yoktur. Adalet ve hukuk önünde müsavi ve eşit olmalıdır. Eşit değilse orada zulüm var demektir.
Hüküm hakkındır, yani haklı olan kuvvetlidir, kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir. Hazret-i Ebu Bekir (ra) halife olunca, konuşmasına şöyle başlamıştır:
Hz. Ebubekir (ra.) sözlerine şöyle devam ediyor:
Yani adaletin ve hukukun önünde kuvvetliler zayıf, zayıflar da kuvvetlidir. İslam hukukunun adalet anlayışı budur. Zalimlerin elinde kuvvet var ama adalet yok, Müslümanların elinde adalet var ama kuvvet yok. Kuvvet adaletin abdesti gibidir. Nasıl abdestsiz namaz olmuyor ise, kuvvetsiz adalet de temin edilemiyor. Öyle ise mü’minlerin kuvveti çabukça elde etmeleri iktiza ediyor, ta ki tecavüze ve zulümlere set çekebilsinler.
Dipnotlar
(1) bk. M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, III/175-178.
(2) bk. age.