"Risale-i Nur’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir." Okuyanlar veya hizmet edenler talebe değil mi?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela bu mektubu, yazıldığı zaman, mekân ve şartlar çerçevesinde tetkik ve tahlil etmek gerekir. Üstadımız bu mektubu yaklaşık yetmiş yıl önce kaleme almış. O dönemin şartları araştırılmadan yapılacak te’viller, eksik ve tarihî hakikatlerden uzak kalır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1936 yılında Eskişehir Hapishanesi’nden tahliye edilir edilmez, Kastamonu’ya sürgün edilmiş ve Kastamonu Çarşı Karakolu’nun merdiveni altında üç ay misafir olarak tutulmuş, daha sonra da o karakolun tam karşısında bulunan bir evde kalmasına müsaade edilmiş ve Kastamonu’da tam yedi yıl ikamet ettirilmiş.
O günün şartlarında bugünkü manada bir araya gelip sohbet etmek mümkün değil. Üstad’ı ziyaret etmek, temas kurmak isteyenlere çeşitli eza ve cefalar yapılmakta, baskınlar, aramalar ve tarassudlar aralıksız devam etmekteydi. Te’lif edilen eserleri matbaalarda basıp dağıtmak da mümkün değildi. İşte o sıkıntılı dönemlerde Nur talebeleri ellerine kalem almış, Risaleleri el yazısıyla gece gündüz yazıp çoğaltmışlar. O dönemde kalem ile yazılan nüshalar, bütün Anadolu’ya meşakkat ve sıkıntılar içinde ulaştırılmış.
İşte Üstadımız bu mektubu da öyle bir zamanda, öyle bir makamda kaleme almış ve risaleleri yazanları şevk ve gayrete getirmiştir. Sav köyünde bin kişi kalemle eserleri yazıp çoğaltmıştır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle;
“Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.”(1)
Artık günümüzde risaleler Türkçe, Arapça, Osmanlıca olarak basılmış, elliden fazla dile çevrilmiş ve her tarafta serbestçe okunmaktadır. Eskiden kalem ile aylarca ve yıllarca yazılan nüshalar, şimdi matbaalarda birkaç günde, hatta birkaç saatte basılıp çoğaltılmaktadır. Günümüzde milyonlarca insan bu eserleri okuyor, birçoğu da hayatını bu Kur’an hizmetine tahsis etmiş. Bunların hiçbirisinin elinde kalem yoktur, kimse risaleleri yazmıyor, bu ulvî hakikatlerin neşrine çalışıyorlar. Bunu bırakıp yazı ile meşgul olurlarsa, o zaman bu hakikatler herkesin eline ulaşmaz. Ancak şahsî olarak yazanlar yazabilirler, onların hizmetlerini de takdir ederiz.
Şimdi bu eserleri yazmayıp sadece okuyanlara ne diyeceğiz? Bunlar Nur talebesi değil mi diyeceğiz? Eline kalem almayanları Risale-i Nur dairesinin ve şahs-ı manevînin dışında mı göreceğiz?
Üstadımız Şualar’da şöyle buyuruyor:
“Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektuplar ara-sıra okunsa ve Meyve’nin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nur’un meseleleri müzakere olsa, inşaallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır.”(2)
Evet, iman hakikatleri ile alakalı bir kısım meselelerin birlikte mütalâa ve müzakere edilmesinin “talebe-i ulum” şerefini kazandırabileceğine dikkat çeken Üstadımız, yine Şualar Mecmuası’nda Nur talebelerinin “ders müzakeresinde birer zeki muhatab” olmalarını tavsiye ediyor.
Bu felaket ve helaket asrı çok sancılı, fitne ve fesat çok yaygın. Tahribat çok dehşetli, yıkım ise çok kolay. Bunun için iman ve Kur’an hakikatlerini hikmetle, yumuşak lisanla ve mantık ile anlatmak ve onları gönüllere nakşetmek gerekir.
Bunun için de bu eserleri mütalaa, müzakere, tetkik, tahlil ve tetebbuat ile çok ciddi bir şekilde okumak lazımdır.
Dipnotlar:
(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Said Nur ve Talebeleri.
(2) bk. Şualar, On Üçüncü Şua.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"hususan âhirleri beraber mütalâa edilse"
talebe-i ulum olmak için mütaala etmek şart mıdır ? diğer türlü olmaz mı ?
Hadiste alimlerin sarfettiği mürekkep, mahşerde şehidlerin kanıyla muvazene edilecek deniliyor. Bu durumda yazıcıların devam ettirdiği vazifeye nasıl bakmalı?
Hadiste geçen "mürekkep"ten maksat, ilimdir. Böyle kabul etmediğimiz takdirde, eser yazamayan alimler ile kitaplarını başkasına yazdıran alimler bu sevaba hiçbir zaman mazhar olamayacaklar demektir. Hatta Bediüzzaman'ın kendisi de buna mazhar olamayacktır. Zira Bediüzzaman, kitaplarını kendisi yazmamıştır, katiplere yazdırmıştır.
Nur Talebeliğinin yegane şartını yazmaya bağladığımızda, Üstad, çok yerde: "Ben de sizin gibi bir Nur Telebesiyim," gibi ifadelerini doğru kabul etmemek gerekecektir. Zira kendisi de birkaç sayfanın dışında Risale yazmamıştır.
Web sitelerinde yazılıp mütalaa edilmesi, mobil uygulamalar yapılıp neşredilmesi de "Risaleleri Yazma" olarak değerlendirilebilir mi?
Esas olan; Risale-i Nur'un çoğaltılarak muhtaç gönüllere ulaştırılmasıdır, çoğaltmanın da her dönemde vesileleri değişmektedir.
Çoğaltmak o dönem şartlarında elle yazmak idi, sonra teksir makinesi geldi, sonra matbaalarda basılmaya başlandı. Şimdilerde daha ileri teknolojilerle bilgisayarlarda, web sitelerinde ve cep telefonlarında mobil uygulama şeklinde bu çoğaltma işlemleri gerçekleşmektedir.
"Onu yazan ve yazdıran ve okuyan 'Risale-i Nur Talebesi' unvanını alır." ifadesini sadece elle yazmak şeklinde anlamak dar bir bakış açısı olur.
Bir programcının gecesini gündüzüne katarak Risale-i Nur Külliyatı'nı bir mobil uygulama şekline dönüştürüp; bunu uygulama mağazasında Allah rızası için neşretmesi, “Onu yazan ve yazdıran” kapsamına dahildir. Yapılan bu hizmeti yazma kapsamında görmemek nakıs olur.
Bugün teknolojiyi iyi kullanan milyonlarca genç, bu uygulamalar sayesinde Risale-i Nur Külliyatı'nı okuyup okutturuyorlar. Böyle güncel ve çağdaş bir hizmeti inkâr etmek, insaf ve vicdan ile bağdaşmaz. Üstadımız bu hizmetleri görseydi eminiz ki çok mutlu olur, "maşallah barekallah" diye taltif ederdi.
Teksir makinesi hakkında Üstadımızın tepkisi:
1) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem'a.
Nur Talebeliğinin şartı yalnız yazmak mı?
Risaleler başta tümüyle Hatt-ı Kur'ânla yazıldı. Ama daha sonra daha geniş kitlelerin faydalanabilmesi için Latin harfleriyle basımı yapıldı. Risalelerin önemli bir görevi Hatt-ı Kur'ân'ı muhâfazadır. Kur'ân yazısı ve üslubunun korunması adına önemli bir hizmettir.
Herkese ısrarla "Yazınız" demek yanlış olduğu gibi, "Hatt-ı Kur'ân'la yazmak dönemi geçmiştir." demek de o kadar yanlıştır.
Osmanlıca gibi bir dilin muhâfazasını netice veren bir gayreti yanlış göremeyiz. Böyle zengin bir dil, geçmişimizi muhâfaza eden bir mahfâza gibidir. Bu mahfâzayı korumak adına yapılan bir fâaliyeti takdirle karşılamak icâb eder.
"Risaleler mutlaka Hatt-ı Kur'ân'la yazılmalı, aksi takdirde onlar Risale değildir ve Latince yazanlar, Nur Talebesi olamazlar." gibi bir durum ve tavır da ancak va ancak tâassub eseri olabilir. Böyle bir yaklaşım, vesileyi gâyeden daha üstün tutma ve gâyeyi vesileye fedâ etmek gibi bir yanlışı netice verir. Yazıya tahşidât yapmak, okumaya önem vermemek demek değildir. Kur'ân'ın ilk emri "Oku" dur. Ancak başka âyette de, "Kalemle ilmi öğreten odur" demekle yazmaya da dikkat çekiyor.
Nitekim başka Risalelerde de talebeliğin ölçüsü olarak okumayı da şart koşuyor. Yazanlara gelen sevapların onlara da geleceğini ifâde ediyor.
(1) bk. Emirdağ Lâhikası-II, (77. Mektup).
Üstad'ın "Yazı Mektubu" olmasına rağmen, neden milyonlarca talebe risale yazmıyor, bu mektup neden Latince risalede geçmiyor?
Latince olarak yazılan dört ayrı külliyat'a baktık ve hepsinde de iddianın aksine olarak ilgili mektubun var olduğunu gördük. Aynen aşağıya alınmıştır.
Yazmak bir ibadet ise, yazan sevabını kazanır ve başkasının da yazmasını temenni eder, dua eder. Ancak yazmıyorlar diye hiç kimseyi ne kınamaya ve ne de zorlamaya hakkı olmasa gerektir. Zira ibâdetin icabı budur. Mesela teheccüd namazı da bir ibadettir. Bunu kılanlar, kılmayanlar da kılsın diye dua eder. Ama kılmayanları teşhir eder gibi, bu işi bir meslek haline getirip kılmayanları tahkir edemez.
Bir Nur talebesinin Osmanlıca yazıp okuması daha güzeldir. Ancak mümkün değil ise Latince okumasını da yasaklamak ne kadar doğru olabilir. Herkes hizmetin bir tarafından tutmuş gitmektedir. Rabbimiz, ihlas ve mâhviyet nasip eylesin diye herkese dua etmekle mükellefiz. Herkesin kusuru kendisine aittir. Kusurlara yaklaşırken, "Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır." fehvasınca hareket etmelidir, diye düşünüyoruz.
(1) bk. Kastamonu Lâhikası, (18. Mektup).