"Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücud ile mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hukema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücud ile mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hukema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır."(1)
Vahdetü'l-vücut meşrebi, esâsında vahdetuş-şûhuttur.
Yani bu meslekte gidenler, eşyaya ve mahlûkata, -haşa- Allah noktâ-i nazarından bakarlar. Bu bakış o kadar ileri gider ki, âdeta onların âleminde, mahlûkat silinir, tükenir, her yerden biri ve teki, yani Allah’ı ve sıfatlarını müşâhede ederler. Bu müşâhede fikri tarzda olmalıdır. Hakikatinde ve esasında, her görünen ve bilinen eşyada, Allah’ı müşâhede etmek, yani noktâ-i nazarları sadece Cenâb-ı Hak olan, vahdetü'ş-şuhud mesleği, mecaz olarak, vahdetü'l-vücut diye tabir edilir. Yani Bir'den başkasını görmeme, bilmeme ve kabul etmeme mesleği vahdetü'l-vücut olup, bu tabir mecâzen söylenmiştir. Mecâzen söylenen vahdetü'l-vücut mesleğinin esası ise, görüneni nazara almadan, onları göstereni bilme, tanıma ve kabul etme anlamına gelen vahdetü'ş-şûhuttur.
Üstadımız, ehl-i tasavvufun mesleğini yukarıdaki manada nazara veriyor. Tasavvufta en yüksek mertebe olarak kabul ediyor. Ancak mecâz anlamında kullanılan vahdetü'l-vücut tabirinin, hakikatiyle ifâde edilmesini ve takdimini mahsurlu görüyor. Çünkü; vahdetü'l-vücut, hakikatiyle nazara alınırsa, alemde tek bir şeyi kabul ediyor. O ise Allah’tır. Diğer mahlûkat ise, yoktur. Bu mantıkla görünenleri, hâşâ Allah’ın hulul etmiş hususiyetleri ve özellikleri olarak kabul ediyorlar.
Mesele bu noktaya gelince, vahdetü'l-vücut, eski hükemâların yani feylesofların mesleğiyle birleşiyor. Çünkü, eski felsefeciler, Allah’ı kabul etmiyorlar ve maddeye ezelîyet isnâd ediyorlar. Maddeyi ve âlemi Allah’ın yerine ikâme etmek istiyorlar. Bu cihetle meslek olarak küfrün en dehşetlisini işliyorlar. Halbuki vahdetü'l-vücut mesleğinde gidenler ise, tamamen tersi olarak, Allah nâmına kâinatı unutup, Allah’a fedâ ediyorlar. Vücut olarak, sadece Allah’ı kabul ediyorlar.
İşte vahdetü'ş-şûhud hakikatini taşıyan bu mesleğin erbâbı, vahdetü'ş-şûhudla iktifâ etmeyip, vahdetü'l-vücudu mecâzen değil de hakikaten telâkki ederler ise, uluhiyeti âleme ve maddeye sirâyet ettirerek, her şey O’dur deyip, bir nevi maddeye onlar da uluhiyet ve ezeliyet isnât etmiş oluyorlar.
İşte bu cihette biri yerde, diğeri gökte olan ve aralarında çok uzak mesâfe bulunan iki meslek, bir birine yaklaşıyor ve her ikisi de hakka değil, şirke ve küfre hizmet ediyor. Yani materyalistler, bu anlamdaki vahdetü'l-vücut mesleğini kendilerine âlet ediyorlar. Bu zamanda materyalist felsefenin hakim olduğunu bilen Muâzzez Üstadımız, böyle bir zamanda vahdetü'ş-şûhudun, vahdetü'l-vücut manasında nazara verilmesini zararlı görüyor. Bu şekildeki vahdetü'l-vücut tarzının, eski hükemânın bâtıl mesleği olan materyalizme kuvvet vereceğini ve onların bâtıl mesleğine hizmet edeceğini söylüyor.
Üstadımız tasavvufta; vahdetü'ş-şûhudun meslek olarak, vahdetü'l-vücuda göre daha sağlam ve daha selâmetli bir yol olduğunu ve salîklerinin vahdetü'ş-şûhud ile iktifâ etmelerini ifâde ediyor.
Vahdetü'l-vücud meşrebi, umumi bir cadde değildir. Özel şahısların patika yolları gibidir. Herkesi bu yola zorlamak, mizaçların muvâzenesini bozar ve mahsurlar meydana getirir. Vartaları, tuzakları ve tehlikeleri çoktur.
(1) bk. Muhakemat, Üçüncü Makale (Unsuru'l-Akide), Birinci Maksat.
İlgili ders videosu için tıklayınız:
- Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Dersleri (43. Bölüm).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar