"Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ona saplanmışlar; küfür ve küfrâna girip, ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne sukut etmişler?" Sünnetullah ve Âdetullah ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ona saplanmışlar; küfür ve küfrâna girip, ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne sukut etmişler?"
"Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey, şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef’âl-i İlâhiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu-u kavânîninden ibarettir. Malûmdur ki, kavânîn umûr-u itibariyedir; vücûd-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalâlet sâikasiyle Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelîyi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtip ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san’atı sâni tevehhüm etmişler."(1)
Suyun kaldırma kuvveti, yerin çekim kuvveti gibi şeyler, ilahi kudretin tecelli etmesinden ibarettir.
Üstadımız çekim kuvvetinin ya da suyun kaldırma kuvvetinin, Allah’ın kudretinden hariç bir kuvvet olarak anılmasına, başka bir güç olarak tasavvur edilmesine karşı çıkıyor. Determinist felsefe ise, bu itibarî isimlere hakikî bir ilahlık payesi veriyor.
Yoksa âdetullah çerçevesinde çekim kuvvetinin olduğu yerde maddî bir perde, bir enerji ve bir fizikî sebep olabilir. Çünkü ilahî kudret imtihan icabı kâinatla bizzat mübaşeret içinde değildir. Araya aciz ve basit sebepler girebilir. Esas olan bu sebeplere yaratıcılık vasfının verilmemesidir.
Kâinatta cari olan kanunların, nasıl bir sebeple işlediği konusu fen ilimlerinin sahasıdır. Çekim kuvvetinin olduğu yerde nasıl bir enerji olduğunun bizim için bir ehemmiyeti yoktur.
Tabiat; kâinat ve fıtrat olmak üzere iki manada kullanılır.
“Annelerin tabiatında şefkat vardır.”, “Arının tabiatında bal vermek vardır.” dediğimizde, tabiatı fıtrat yani yaratılış manasında kullanmış oluyoruz.
Varlıklara mana-yı ismiyle bakan, mahlûkatın üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini ve mührünü göremeyen, isim ve sıfatlarını okuyamayan insanlar, bu harika işleri ve bedi’ san’atları tabiata ve sebeplere vermekte, ona hayran olmakta ve onu medh u sena etmektedirler.
Gözün tabiatında görmek, dilin tabiatında tatmak, elin tabiatında tutmak, ayağınkinde ise yürümek vardır.
Güneşin tabiatında ışık saçmak, elma ağacının tabiatında elma vermek vardır. Kendisinde olmayan bir şeyi tabiat bunlara nasıl verebilir? Onlar bu tabiatlarını kendileri mi kazandılar? Öyle olmasaydı, insan eli ile de görürdü, gözü ile de işitebilirdi. Elma ağacı bazen de armut verirdi. Her varlığı mükemmel şekilde terbiye eden ve o şekilde programlayan Allah’tır.
Dünyanın büyüklüğünü, güneşe olan uzaklığını ve eğimini canlıların istifade edebilecek bir şekilde tanzim ve terbiye eden Allah’tır.
“Camid, cahil, kör, sağır” tabiatın elinden hiçbir şey gelmez. Hayat, ilim, irade, kudret, görme ve işitme sıfatlarına sahip olmayan bir şeyin, bir şey vücuda getirmesi mümkün değildir. Bu sonsuz ve mutlak sıfatlar, Allah’ın sıfatlarıdır ve yaratma da ancak O’na mahsustur.
Tabiat; Allah’ın san’atıdır, nakşıdır, defteridir, kitabıdır. Tabiat cansızdır, görmez ve işitmez. Hayatı ve iradesi yoktur. Bu kadar hikmetli ve san’atlı varlıkların meydana gelmesi tabiata verilemez ve tesadüfe havale edilemez.
Bütün varlık âlemini Yüce Allah’ın isimlerinin aynası bilmek, onların üstünde Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını okumak, mana-yı harfiyle okumaktır. Kâinattaki bedi’, garip ve harika eserlere mana-yı harfî ile yani Allah namına bakan ve ibretle okuyan mütefekkir bir insan, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okur, her varlık üstünde Cenab-ı Hakk’ın silinmez ve taklit edilmez mührünü, sikkesini ve damgasını, sonsuz ilmini, mutlak iradesini ve nihayetsiz kudretini görür.
Kâinata mana-yı harfiyle bakan insan, semada sayısız yıldızları deveran ettiren, dağları yeryüzüne direk yapan, zemini meyvedar ağaçlarla, sayısız ve mütenevvi çiçeklerle süsleyen Rabbinin azametini idrak eder. Böyle bir bakış; marifettir, fazilettir, ilimdir, tefekkürdür. Tefekkür ise en büyük bir ibadettir.
Varlıkları kendilerine malik saymak, gördükleri vazifeleri kendi iradeleriyle yaptıklarını vehmetmek, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okuyamamak ise eşyaya mana-yı ismiyle bakmaktır. Kâinata mana-yı ismiyle bakan tabiatperestler, onun arkasında tasarruf eden sonsuz kudreti görememekte ya da görmek istememektedirler.
O ağaç, Cenab-ı Hakk’ın Rezzak ismine aynadır ama meyveleri yapan o ağaç değildir. Ağaç, insanları tanımaz, onların meyveye ihtiyaçları olduğunu bilmez. O meyveye bir sebeptir. O tenteneli perde arkasında Allah’ın Rezzak, Kerim, Latif isimleri vardır. Tabiat perdesinde Allah’ın esma ve sıfat tecellilerini okuyamayan insanlar için tabiat tenteneli bir perde olmaktan çıkar, hakikatleri görmeye engel kalın bir perde olur.
(1) bk. Barla Lahikası, (220. Mektup: Mesail-i Müteferrika)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü