"Takva" ile "Ubudiyet" münasebeti nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Ubudiyet: Salih amel ve takvayı birlikte ihtiva eder. Takva adına atılan her adım, ibadet hanesine kaydedilir.
Ubudiyet Dokuzuncu Söz'de şöyle izah edilmektedir:
"Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görsün ve buna mukabil itaat ve istiğfar etsin. Hem onun kemal-i kudretinin karşısında kendi zaafını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan etsin."
"Hem kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr u ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar etsin. Hem Rabbının ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ilân etsin."(1)
Ubudiyet, kulluk demektir ve manası ibadetten daha şümullüdür. Yâni, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir, ancak ibadet denilince öncelikle akla gelen mana, Allah’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmaktır.
Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük cirimleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak Rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.
Suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve onu meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi ise, o şuursuz, ilimsiz ve merhamet nedir bilmeyen ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.
Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak şekilde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiriyoruz.
Bütün nimetler yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluyoruz.
Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubudiyettir. Hastalıkları, ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubudiyettir.
Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini bilmek, O’nun zenginliğini gösteren nimetlere karşı fakrını idrak etmek ubudiyettir.
Takva ise, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmektir. Yani, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınmaktır.
Takva; Allah’tan korkmak, günahlardan sakınmak, şüphelilerden uzak durmaktır.
Allah Resulü (asm.) “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir.
Hadiste geçen “otlatma” tabiri çok enteresandır ve nice hikmetleri içinde toplar. “Koyunlar” kelimesinin çoğul olmasıyla, bizim her duygumuz, her hissimiz, aklımız hafızamız, hayalimiz birer koyuna benzetilmiş oluyor. Ve her birinin otladığı şeyler, diğerinden çok farklı.
Otlamada, ağza alıp bir süre çiğnedikten sonra mideye gönderme söz konusu olduğu gibi, biz de bir şeye baktığımızda o şeyin görüntüsü gözümüzden içeri girer. Aynı şekilde, düşündüğümüz şeyler de aklımızda yoğrulur ve hazmedilirler.
Kulaktan giren sesler de koyunun ağzından içeri giren otlar gibi. Kulak zarında titreşime dönüşen bu sesler, bir takım istihaleler sonunda mâna olarak akla takdim ediliyorlar.
Misâlleri çoğaltabiliriz.
İnsan, kendisine emanet edilen kalbini, aklını ve bütün duygularını şüpheli arazilerden uzak tutmak mecburiyetinde. Takva bunu gerektirir. Aksi halde sonu harama varan büyük bir zarara uğranılması kaçınılmazdır.
Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan, yani çirkin işlerden sakınma takip eder.
Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olan, haram olma ihtimalini ön plana alıp o fiilleri terk etmektir.
Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yetesiye istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.
Al-i İmran Suresinde de (134,135) muttakinin sıfatları şöyle sıralamaktadır:
“Bollukta ve darlıkta infak etmek.”
“Kızdıklarında öfkelerini yutmak.”
“İnsanların kusurlarını affetmek.”
“Kabahat yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı anmak ve günahlarından derhal tövbe etmek.”
“Yaptıkları günahlarda, bilerek ısrar etmemek.”
Görüldüğü gibi bu sayılanlarda takva ile salih amel iç içedir. Zaten, takva insanı salih amel işlemeye götüren mühim bir sebeptir.
Tefsir âlimleri, farklı âyet-i kerimelerden hareketle, takvayı üç mertebeye ayırmışlardır.
- İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
- Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.
- Kalbini Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak durmak.
Bunlardan birincisine; “şirkten takva”, ikincisine, “masiyetten takva”, üçüncüsüne de “masivadan takva” denilir.
Ubudiyet va takva arasındaki bir diğer incelik ise şudur:
"Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir."(2)
İşte bu cümleler, takvayı, ubudıyetin menfi kısmından olan manevî musibetlerden Allah'a sığınmak şeklinde ortaya koymaktadır. Böylelikle takva ubudiyetin bir cüz'ü olmuş olur.
İbadet ile takva arasındaki ilişkiyi, insan ve toplumdaki yansımalarıyla izah eden ve Kastamonu Lahikası'nda geçen bir mektubu orijinal şekliyle aşağıya alalım:
"Aziz, sıddık kardeşlerim;
"Bugünlerde, Kur'an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır."
"Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir."
"Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır."
"Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lazım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti."
"Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor."
"Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur'ani'nin tezelzülüyle ve Ye'cüc ve Me'cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor."
"Risale-i Nur'un şakirtleri, böyle bir hadisede manevi mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur."
"Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, her birinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, her birinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, imân ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevi kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla, bazen yüz defadan ziyade 'Risale-i Nur talebeleri' unvanıyla hissedar ediyorum."(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Dokuzuncu Söz.
(2) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a.
(3) bk. Kastamonu Lahikası, 103. Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar