"Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır... Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?" sorusunu ve cevabını açar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
"Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir."(1)
Bir meseleye Kur'an ve sünnetten delil getirirken, o delilin metin ve ibare olarak, kesinlikle Kur'an ve sünnet içerisinde bulunması gerekir. Delil olarak getirilen metin ve ibare, şayet Kur'an ve sünnet içerisinde yeri gösterilemiyorsa, bu delil olmaktan düşer, geçersiz olur, bunun üzerine hüküm bina olunamaz.
Getirilen metin ve ibarenin, Kur'an ve sünnet içinde olması, yani Kur'an ve sünnet içinde kati bir şekilde bulunması, hüküm açısından yeterli değildir. Zira o metin ve ibarenin, meseleye kati ve kesin bir şekilde işaret ve delalet etmesi de, hükmün bir gereğidir. Ayet ve hadisin metin ve ibare olarak gösterilmesi yanında, işaret ve delaletin de kati ve kesin olması gereklidir. Yoksa delil olamaz.
Kur'an ve sünnetten getirilen bir metin ve ibarede, açık ve muhkem bir hüküm ve mana yoksa, başka manalara yormak ve tevil etmek mümkünse, o ayet ve hadis kati ve muhkem sınıfına girmez. O zaman, o ayet ve hadisi, işin uzmanları usulüne uygun bir şekilde, farklı olarak yorumlayabilir. O ayet ve hadisin hükmü, umumilikten çıkıp hususilik kazanır, genele tatbik etmek yanlış olur.
İşte genel olmayan bir ayeti, genel gibi anlayıp öylece hayata tatbik edersek, çelişki ve hatalı durumlarla karşılaşırız. Kur'an'da bazen mutlak ifadeler kullanılır ki, herkes ve her tabaka hissesini oradan alabilsin. Şayet ayetin hatları belli olsa, hususi olarak ifade edilse, bir tabaka istifade ederken, diğer tabakalar o hükümden mahrum kalacaklar. İşte bu mahrumiyeti ortadan kaldırmak için, mutlak ibareler tercih ediliyor.
Mesela, Kur'an'da geçen “birr” tabiri, Türkçe’de iyilik anlamındadır. Bu "Birr" kelimesi mutlak bırakıldığı için, bütün iyilikleri içine alır ve herkes gücüne göre istifade eder. Ama Kur'an “birr” kelimesini iyiliğin bir tabakası ile kayıtlasa idi, diğer bütün iyilikler dışarıda kalıp, insanlar diğer iyiliklere teveccüh etmeyecekti.
Aynı ifade genişliği, yasaklar için de geçerlidir. Mutlak olan bazı ayetleri, hadisler ve ümmetin ortak aklı mesabesindeki icma ile sınırlandırıp takyit etmişlerdir. Bu yüzden mutlak olan ayetlere bakarken, onun sınırlandırılıp sınırlandırılmadığına da bakmak gerekir, yoksa yanlış bir mana vermek kaçınılmaz olur. Bu yüzden ayet ve hadislerin genel mi özel mi, olduğunu inceleyen amm, has ilmi teşekkül etmiştir. Bu ilimden habersiz yapılan yorumlar, sağlıksız bir yorum olmaya mahkumdur.
İşte Üstad burada, bu ilme işaret için ”Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir.” ifadelerini kullanıyor.
Bazen ayet ve hadislerin genişliğini ve mutlak yapısını, zamanın ilcaatları ve zorunlulukları kısıtlar ve hükmünü daraltır. Ya da o zamanın hükmüne adapte eder.
Mesela; “Düşmanlarınıza karşı at besleyin...” ayetinin hükmünü zaman tefsir eder. O zaman için at, savaşın en iyi aracı idi; ama şimdi tank ve uçak gibi çeşitli savaş araçları vardır. Öyle ise ayetin mutlak kaydını zaman tefsir eder ve etmiştir. Yani ayet, "artık düşmana karşı tank ve savaş araçları yapın" hükmüne dönüşür.
"...Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin..." (Mâide, 5/51) ayetini Üstad, manası ve hükmü kati ve muhkem olanlar sınıfından saymamıştır. Zira bu ayeti sınırlandıran ve hükmünü daraltan hadisler ve fıkhi tatbikler söz konusudur.
Mesela; Ehl-i kitap bir kadın ile evlenmenin caiz olması, Ehl-i kitabın kestiğinin helal olması, onlar ile ticaret hukukunun olması, İslam mahkemelerinde şahitlik yapabilmeleri, zimmi hukukunun olması, İslam devletinde memuriyetlik yapabilmeleri, bu ayetin mutlak yapısını sınırlandıran diğer hükümlerdir.
Bu hükümlerden anlaşılan, bu ayet Yahudi ve Hristiyanlarla mutlak olarak münasebeti yasaklamıyor. Yasaklanan kısım, onların bozuk inanç ve örfleridir. Yani; İslam ile bağdaşmayan inanç ve muamelelerine yaklaşmaktan men ediyor.
"Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir." Hüküm, türetilen kelime üzerine bina oluyorsa, kelimenin türetildiği kaynak, hükmün asıl sebebi oluyor. Yani; “dostluk kurmayın” emri ayetin hükmüdür, bu hükmün bina edildiği kelimeler ise; Hristiyanlık ve Yahudilik kelimeleridir. Öyle ise kelimenin türediği kaynak; Hristiyanlık ve Yahudilik dinleridir. Yani "siz Yahudilik ve Hristiyanlık dinini dost edinmeyin" anlamına geliyor. Zira ayette nazara verilen şahıs değil, şahsın sıfatlarıdır.
Başka bir örnek verecek olursak; okul müdürü öğrencilere; “Öğretmenlerinize karşı hürmetli olun” derse, burada hürmetin asıl sebebi; öğretmenlik sıfatınadır, öğretmenlerin şahsına değildir. O zaman ayette men edilen yasak, sadece batıl dinleriyle ilgili olup, diğer sıfatlar bu kapsama girmez. Yoksa, insan olma, yurttaş olma, komşu olma gibi çok münasebetler ile irtibat kurulabilir, hatta dost olunabilir. Dürüst bir Hristiyan tüccarı, hileci bir Müslüman tüccara tercih etmek doğal bir davranıştır. Ayetin yasak kapsamına girmez. Zira burada “dostluk” dine değil, ticaret sıfatınadır.
Bahsi geçen yerin devamında gereken izahı Üstad şöyle yapıyor:
"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"
"Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."(2)
Adı Hans olan bir Hristiyan dürüst, çalışkan, merhametli olabilir, ki bu üç sıfat da Müslüman sıfatıdır.
Diğer yandan adı mesela Okan olan bir Müslüman da sahtekar, tembel ve acımasız olabilir, ki bu sıfatlar da kafir sıfatlarıdır.
Biz "Hans ne dürüst ne çalışkan ne merhametli adam." dediğimizde, Hans’ın batıl din anlayışını değil, onun üstünde duran Müslüman sıfatlarını övmüş oluyoruz.
Aynı şekilde "Okan ne kadar sahtekar, tembel ve merhametsiz adam." dediğimizde de Okan'ın temiz ve pak olan dinini değil, onun kendi üzerindeki kötü vasıfları kastediyoruz.
Kafirin her sıfatı kafir ve kötü olması gerekmediği gibi, Müslüman birisinin de her sıfatı iyi ve imana uygun olmayabiliyor.
Burada mesele, Allah’ın rızası meselesi değil, iyiliğin objektif durumu söz konusudur. İyi bir haslet her yerde iyi olduğu gibi, kötü bir haslet de her yerde kötüdür.
Hırsızlık ve rüşvet bütün kültürlerde ve inançlarda çirkin bir davranış olarak kabul edilir. Müslüman birisi hırsızlık yaptığında hırsızlık iyi olmaz.
Hatta kelam alimleri "Kafirin yapmış olduğu iyi iş ve ameller boşa gitmez, ahirette onlar da yapmış oldukları iyiliklerden istifade ederler." derler. Bu yüzden cehennem tabaka tabakadır, herkes cehennemde aynı eşitlikte ceza görmeyecekler. Ömrü insanlığa hizmette geçmiş bir Hristiyan ile ömrü zararlı ve kötülükte geçmiş bir ateist aynı kefeye konulmayacak. Allah sonsuz adaleti ile herkese hak ettiği cezayı verecek.
"Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür." (Zilzal, 99/8)
Ayette de ifade edildiği gibi, kimsenin iyiliği zayi edilmez...
(1) ve (2) bk. Münazarat.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar