İnsanlara bakış açımız nasıl olmalı? Yani ümmetçi bir anlayış mı, yoksa insani bir yaklaşım mı daha uygun? Menfi ve müsbet milliyetçilik ne demektir; Risaleler ışığında bu konuda bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Irkçılık; bir kavmin başka bir kavmi inkâr edip düşmanlık etmesi veya kavimlerden kendisini daha üstün görmesidir.
Hâlbuki Cenab-ı Hak insanları birbirleriyle tanışsınlar ve birbirlerine yardım etsinler diye kabileler hâlinde yaratmıştır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurulur:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık..." (Hucurat, 49/13)
Ayetteki tearüf ve teavün; yani tanıma ve yardımlaşmanın zıddı ırkçılıktır. Zira ırkçılıkta başka kavimleri inkâr etmek, tanışmayı ve yardımlaşmayı reddetmek ve insani münasebetleri kesmek vardır. Irkçılık illetini insanlığa bulaştıran ise; maddeci ve inkârcı felsefedir. İnsanlığa hızla bulaşması ve yayılması ise Fransız İhtilali ile başlar. Yani ırkçılık hastalığı İslam âlemine hariçten gelen bir hastalıktır.
Üstad Hazretleri; milliyetçiliği ırkçılıktan ayırt etmek için, milliyetçiliği müsbet ve menfi olmak üzere iki kısma ayırıyor.
"Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir."
"Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslamiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur."
"Şu müsbet fikr-i milliyet, İslamiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslamiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir." (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas.)
Müsbet milliyetçilikte, başka millet ve kavimleri tahkir etmek ve küçük görmek yoktur. Başka milletlerin dilini ve örfünü, sırf milliyetçilik damarı ile inkâr etmeyi kabul etmez. Millet ve kavmi, insanlar arasında bir tanışma ve yardımlaşma vesilesi olarak görür. Kişinin kendi kavmini sevmesi, başka milletlere düşman olmasını gerektirmez. Üstünlüğün milliyet ve kavmiyette değil; iman ve takvadadır. Kavim ve milliyet bir zırh ve bir kabuktur. Irkçılık, inancı ve imanı kabuk, kavmi ve milliyeti öz olarak görür.
İnsanın kendi milletini, kavmini, soyunu sevmesi fıtrîdir ve güzeldir. Irkını sevmek başka, ırkçılık yapmak başkadır. İnsanlar arasında dayanışmaya, yardımlaşmaya, birlik ve beraberliğe, uhuvvet ve kardeşliğine vesile olan müsbet milliyetçilik güzeldir ve zararsızdır. İnsanın milliyeti, inancına bir kalıp ve bir kılıftır. Değerli olan kılıf ve kalıp değil, onun içindekidir.
Bir kasa, içindeki para ve altın gibi şeylerden daha değerli değildir. Zira kasa, para içindir. İnsanın ırkı ve kavmi de inançların bir kılıfı, bir kalıbıdır. Irkçılık ise kalıbın içindekine değil, kalıba değer verir ki; bu da tam bir ahmaklıktır. Tıpkı para kasasına sarılıp, içindeki paralara dikkat etmeyen ve değer vermeyen bir adamın meseli gibidir.
Hz. Ömer’i (ra) değerli yapan; kalıbı ve milliyeti değil, adaleti ve ahlakıdır. Şayet insanı değerli kılan kalıbı ve milliyeti olsa idi; Ebu Cehil, Nemrut, Mussoloni ve Firavun gibi zalimler, en değerli insanlar sınıfından olurlardı. Demek kıymet ve değer kalıpta değil, kalıbın içindeki mefkûre ve inançlardadır. Kalıbın değer ve kıymeti inanca hizmeti nisbetindedir.
"...Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz ondan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır." (Hucurat, 49/13)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanlar mahiyet itibariyle birbirlerinin aynıdır. Birbirlerine üstünlükleri ne ırk ne rütbe ne makam ne de zenginlikle olmayıp, ancak iman, takva ve amel-i salihin dereceleri nisbetindedir. Zira insanların kemali ve fazileti ancak takva iledir. Her meselede olduğu gibi, bunda da hiç kimse kendiliğinden bir ölçü koyamaz. Ölçüyü koyan yalnız Allah’tır.
Bütün insanlar Allah u Azîmüşşân’ın eseridir, sanatıdır. Hepsi Allah’ın kulları ve bir babanın çocuklarıdır. Vücutları, aynı elementlerden dokunmuştur. Aynı beşikte büyümüş, aynı havayı teneffüs etmişlerdir. Aynı sofradan beslenmiş, aynı güneşten ziyalanmışlardır. Binaenaleyh, ırk nokta-i nazarından bir kavmin diğer bir kavme üstünlüğü iddia edilemez.
İnsanlar arasında farklılık ancak iman, ilim, marifet, itikat, fazilet ve takva gibi ulvi meziyetler itibariyledir. Bu aslî seciyeler ise, soya-sopa bağlı değildir, onlara bina edilemez. Bu bakımdan, bu ulvi hakikatlerden hissesi olmayan herhangi bir ferdin baba, dede ve ecdadının faziletiyle iftihar etmeye hakkı yoktur. Şayet bir insanın kendisi cahilse ve güzel ahlaktan mahrum ise, ecdadının ilmi, irfanı, fazileti ve ahlakı ona bir şan, bir şeref kazandırmaz. Kendisi çok fakir ve yoksul olan bir adamın, dedesinin geçmişteki zenginliği ile ihtiyacını gideremediği gibi...
Öte yandan, insanların gerek yaratılmaları, gerekse şu veya bu kabileye mensup olmaları kendi iradeleri ve tercihleri ile değil, tamamen Cenab-ı Hakk’ın’ın halk ve iradesi iledir. Bir insanın kendi ilminin, maharetinin, kesbinin, sanatının, kabiliyetinin neticesi olmayan bir şeyle hiçbir surette iftihar etmeye hakkı yoktur. Farzımuhal, şu veya bu kabileye intisab bir şeref, bir fazilet dahi olsa, o zaman iftihar ve gurur yerine, o ihsana karşı, Allah’a şükür ve hamd etmek icabeder.
Samimi bir Müslüman, kavmi ne olursa olsun, bütün Müslüman kardeşlerini sever ve onlara hürmet eder. Bir insanı ya da milleti kavminden ve milliyetinden dolayı asla tenkit ve tahkir etmez. Bunun aksini düşünmek İslam ile bağdaşmaz.
İkinci sualinize gelince; muhabbet sanatkâra değil de sanata oldukça dinsiz ya da ateist birisini sevmekte bir zarar yoktur. Zira sanat ile sanatkâr farklıdır. Kur’an dinsiz birisine muhabbeti yasaklamış ama onun ortaya koyduğu sanatından istifade etmeye bir yasak koymamıştır.
Garb’ın faydalı sanatlarını, ilmî keşiflerini, fen ve teknik sahasındaki gelişmelerini almakta ve onlardan istifade etmekte hiçbir mahzur yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “İlim Çin’de de olsa gidip alınız...” (bk. Beyhakî, Şuabu’l-İman, 2/253; Acluni, Keşf'ü-l Hafa, I, 138) buyurarak bu hakikati ifade etmişlerdir.
Bu sebeple bizler şahıslara değil, onlardan sadır olan güzel fiillere bakmalıyız. Şayet fiilleri ve ortaya koydukları eserler güzel ise alınır, değilse alınmaz. Ölçümüz bu olmalıdır.
Üstad Hazretleri bu hakikati şu şekilde izah ediyor:
"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰى اَوْلِيَآءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?"
"Cevap: Evvela, delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delalet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir."
"Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" (Münazarat, Sualler ve Cevaplar.)
Şunu da ifade edelim ki, bazen sanata olan muhabbet, sanatkâra sirayet edebilir. Bilhassa avam insanlarda bu çok iltibas edilir. Buna da çok dikkat etmek gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü