Akıl-kalp münasebetini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela şunu ifade etmek isteriz: Ruh basittir, yani terkip değildir. Bedenin organlarının müstakil varlıkları vardır, ama ruha ait latifeler böyle değildirler. Buna göre akıl ve kalbi birbirinden tamamen ayrı şeyler olarak düşünemeyiz.
Bazen akıl ve kalp aynı manada kullanılsa bile, bunları farklı şeyler olarak anlamak daha isabetli olacaktır kanaatindeyiz. Kalp, aklı da ihata eder. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de akletmek, kalbin bir fiili olarak zikredilir:
"...Onların kalpleri vardır, fakat bu kalplerle (hakikati) idrak etmezler..." (A'raf, 7/179)
Akıl, daha çok fikir bakımından, kalp ise hissiyat yönünden değerlendirilir.
İmanî meselelerde ise akıl; düşünme, tefekkür etme, delilleri değerlendirme vazifesini yapar. Kalp ise imanın mahallidir. Yani insan aklıyla anlar, doğruluğunu kabul eder, kalbiyle de inanır. İmanın olduğu gibi, sevginin ve korkunun da mahalli kalptir.
Üstadımız “Nur-u akıl kalbten gelir.” başlıklı yazısında, yarı manzum olarak şöyle der:
"Zulmetli münevverler, bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalpsiz olmaz, nur-u fikir münevver." (Sözler, Lemeât, Aklın Nuru Kqalpten Gelir.)
Yani, karanlıklı aydınlar bilmeliler ki, kalp ziyası (ışığı) olmadan fikir nuru parlak olamaz.
"Allah, Güneş'i bir ziya, Kamer'i bir nur kıldı..." (Yunus, 10/5) ayetinde Güneş'ten ziya, Ay'dan nur olarak bahsedilmektedir. Müfessirlerin beyanına göre, ziya bizzat ışık verene, nur ise başkasından geleni aksettirene denir. Hatta “Ay'ın nuru, Güneş'ten istifade iledir.” sözü meşhurdur. İşte bu gibi noktalardan hareketle, kalp Güneş'e, akıl da Ay'a benzetilmiştir.
Üstad Hazretleri kalbin tarifinde şöyle buyurur:
"İhtar: Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı dimağdır." (İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 7. Ayetin Tefsiri.)
Hissiyat ve efkâr... Her iki grup işler de kalp denilen o Rabbanî lâtifeye ait... Seven, korkan, üzülen o olduğu gibi, düşünen ve anlayan da o.
Biz hisler âlemimizi vicdanen biliriz. Elimizin varlığını gözümüz vasıtasıyla, midemizin varlığını ilmen bildiğimiz gibi, his âlemimizin varlığını da vicdanen biliriz. Yani bunları bizzat yaşamakla biliriz.
Aynı şekilde, dimağ da fikirlerimizin bir makesi, bir aynası olmuştur. Her iki tip faaliyetin de aslı kalptedir.
Kalbin çok ehemmiyetli bir yönü de şu ifadeyle nazarımıza sunuluyor:
"...Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envaıyla, eczasıyla pek çok alakaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır." (Mesnevî-i Nuriye, Habbe.)
Kalbin ihtiyacı, denilince, sadece şu gördüğümüz maddî varlıkları, güneşi, havayı, suyu, gıda maddelerini... anlamamız eksik olur. Onlar, kalbin değil bedenin ihtiyaçlarıdır. Beden ruhun hanesi olduğu için, bunlar kalbin de ihtiyacı sayılabilirlerse de, kalbin asıl ihtiyaçları bu âlemde tecelli eden manalar ve hakikatlerdir.
O hâlde, kalb, Basîr (gören) ismine ayna olabilmek için, Hâlık (yaratan), Musavvir (suret veren), Müzeyyin (tezyin eden, süsleyen) gibi çok ismin nurlarına ihtiyaç göstermektedir. Onlar eşyada tecelli edecektir ki, ruh da eşyayı görebilsin.
Kalbte kerem sıfatı, ikram etme duygusu vardır. Bu âlemde ilahi bir ihsan olarak insanlara ve diğer canlılara takdim edilen nimetleri seyreden bir insanın kalbinde, "ikram" manası hayat bulur ve onun için bir marifet penceresi olur. Demek oluyor ki, kalp "Kerim" isminin nuruna da muhtaçtır.
Bir başka misal, kalpte öfkelenme, gazap etme duygusu da vardır. Bu âlemdeki afetler, musibetler ve belâlar kalbteki bu duyguya bir pencere olur; ilahi kahrı ve azabı bu sahnelerde seyreder. O hâlde kalbin Kahhar, Cebbar gibi isimlerin de nurlarına ihtiyacı vardır.
"...kalb-i beşerde şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek..." (Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.)
Kalbte bütün ilahi isimlerin tecellileri mevcut... Bu, insanın ahsen-i takvim üzere yaratıldığının en büyük bir göstergesi. Her varlık kendinde tecelli eden isimlere göre bir şeref kazanmakta. Taş bitkiden, bitki hayvandan daha aşağı bir mertebededir; zira, bu ikinciler daha çok isme, daha ileri seviyede mazhardırlar.
İnsan kalbinde bütün isimler tecelli ediyor. Bu hakikate bazı misâllerle bir derece bakmaya çalışalım:
Bütün kâinatta tecelli eden isimlerden birisi Hâlık ismi... Ruh da mahluk olması cihetiyle bu isme mazhar.
Bir başka isim Rab ismi. Ruh da mükemmel bir terbiye görmesi yönüyle bu isme mazhar.
Bir başkası Kadîr ismi. Ruh da kudret sıfatı bulunmasıyla bu isim de tecelli etmiş oluyor.
Her varlık ilahi ilimde planlanması, programlanması yönüyle Mukaddir ismine ayna oluyor. Ruh da plândan anlaması ve işlerini programlamasıyla bu isimden de bir tecelli nasibi almış.
Misalleri çoğaltabiliriz ve sonunda görürüz ki, insan ruhu ve kalbi bütün isimlere ya doğrudan ya dolayısıyla mazhar, o isimlerin tecellilerinden nasip alıyor.
"Mesela göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder..." (bk. age., Altıncı Söz.)
Buna göre gözümüz pencere gibi. Göz penceresinden bakarız ama gören, pencere değildir.
Aynı şekilde, kulağımızla işitiriz, fakat işiten kulak değildir; dimağımızla anlarız, lâkin düşünen beyin değildir.
Misalleri çoğaltabiliriz ve fikir akışımıza şu cümle ile son noktayı koyarız:
"Kalbimizle inanırız, ama inanan, kalbin maddesi değildir."
Sıkıntılı anlarımızda kalbimiz sıkışır gibi olur, heyecanlandığımızda kalbimiz daha hızlı atmaya başlar. Ama üzülen de heyecanlanan da o et parçası değildir.
Çiçeğin rengini, kuşun sesini, yemeğin tadını sevdiğimiz gibi, hikmetli bir cümledeki ince manaya da sevgi besleriz. Bütün bunları kalbimizle yaparız. Göz, kulak ve dil gibi, akıl da mahsullerini kalbe gönderir. Anlamak başka, sevmek ve inanmak daha başkadır. Bu ikinciler tamamen kalbe aittir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Akıl ve Kalbin İlişkisi (Video: Dr. B. SABAZ)
- Aklın Nuru Kalpten Gelir (Video: M. KARAMAN)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü