Allah'ın ezelî ilminde mevcut olmaları kâfi değil mi ki mahlûkat yaratılıyor ve Cenab-ı Hak kendi cemal ve kemalini onlarda müşahede ediyor?
Değerli Kardeşimiz;
Eşyanın ilâhî ilimde planlanmış şekline “mahiyet” deniliyor. Bunu Muhyiddin-i Arabî Hazretleri “âyân-ı sâbite” olarak adlandırır. Bu mahiyetler, yaratılmaları halinde “hakikat” olurlar.
İlim dairesindeki bu varlıklarda “kudret” tecelli etmemektedir. Yaratılmaları halinde daire-i ilimden daire-i kudrete geçerler, onlarda hem ilim, hem kudret, hem de irade birlikte tecelli etmiş olur.
Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek için yaratılan insana, ilâhî marifet için lüzumlu bütün cihazlar en mükemmel şekilde verilmiştir. Bu konu Otuzuncu Söz olan “Ene” bahsinde tafsilatıyla açıklanmıştır. Burada konumuzla alâkalı olan bir noktasına işaret etmek yeterli olacaktır:
“İnsan şuûn-u İlâhîyenin bir mikyasıdır.” buyuruluyor. Birçok ilâhî hakikatleri bir derece anlayabilmemiz için bize birtakım hususiyetler takılmıştır. Allah’ın ilmindeki varlıkların yaratılmasındaki hikmeti anlama konusunda da kendimizdeki bir şe’nden faydalanabiliriz. Şöyle ki:
Biz bir cümleyi zihnimizde kurduğumuzda, o cümle yokluktan kurtulup var olmuştur. O cümleyi yazdığımızda ilim dairesinden kudret dairesine geçer, başkaları da o bilgiden faydalanabilirler. Yazmadığımızda o bilginin mükemmelliğinde bir noksanlık olmaz. Ancak, biz birisine yardım etmeyi, meselâ aç bir kişiyi doyurmayı düşündüğümüzde ve ona yardım etmeyi planladığımızda durum çok farklıdır; biz bu planla ve bu niyetle o muhtaç kişiyi doyurmuş olmuyoruz.
Cenab-ı Hakk’ın ilim dairesindeki rızıklar aleminin o dairede kalmayıp kudret dairesine geçmesi gerekir ki,onların yaratılmasıyla ve muhtaç kişilerin de onlardan faydalanmasıyla Rezzak ismi tecelli etsin. İlim dairesindeki rızıklarda Rezzak ismi tecelli etmez.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıda naklettiğimiz ifadeleri bu hakikati bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır:
“Cenâb-ı Hakk'ın Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallak gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmâlar, Mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebaî olamazlar.”(1)
“Esmâ-i İlâhîyenin her biri, ayrı ayrı birer âyine ister. Hem meselâ: Rahman, Rezzak hakikatlı, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı ister. Rahman nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatlı zîruhları ister; Rahîm de öyle hakikî bir cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud ve Vâcib-ül Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Mektûbat, On Sekizinci Mektup.
(2) bk. a.g.e.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü