Beni Kurayza Yahudileri hakkında verilen hükmü Üstad nasıl değerlendirmiştir?
Değerli Kardeşimiz;
Beni Kurayza, Medine'de yaşayan Yahudi kabilelerinden biri. Peygamber Efendimiz (asm)'in Medine'ye hicret ettiği senelerde Medine'de Müslümanlardan başka Yahudiler, Hristiyanlar ve puta tapan müşrikler de vardı. Yahudi kabileleri Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kureyza olmak üzere üç kabileydi. Bu kabileler İslamiyete ve sevgili Peygamberimiz (asm)'e aşırı derecede düşman idiler. Peygamber olduğunu bildikleri halde, kendi kavimlerinden olmadığı için hasetlerinden iman etmiyorlar ve sinsi düşmanlık besliyorlardı. Peygamber Efendimiz (asm) bu Yahudi kabileler ile vatandaşlık anlaşması yaptı. Ancak Beni Kaynuka ve Beni Nadir anlaşmayı bozdular. Bu sebeple Medine'den çıkarıldılar.
Beni Kurayza kabilesi ise, Uhud Savaşı sonrasına kadar Medine'de kaldı. Fakat bu kabile de Hendek Savaşı sırasında vatandaşlık anlaşmasına uymadı. Savaşın en şiddetli anında on bin kişilik bir Kureyş ordusunun yürüdüğünü gören bu kabile de Müslümanları arkadan vurmak üzere, harekete geçti.
İslam ordusu iki ateş arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik Kureyş orduları, güneydoğuda ise Yahudiler bulunuyordu. Müslümanlar, on bin kişilik müşrik ordusu ve Yahudilerle, bir aya yakın geceli gündüzlü durup dinlenmeden çarpıştılar. Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve şiddetli soğuklara aldırış etmeden canla başla mücadeleye devam ettiler. Sonunda müşrikler mağlub bir şekilde, fırtınalı bir gecede, geldikleri gibi perişan bir halde Medine'yi terk ettiler.
İslam ordusu, Hendek Savaşı'ndan Medine'ye döner dönmez ihanet eden Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine yürüdü. Peygamber Efendimiz (asm)'in emriyle derhal harekete geçip Beni Kureyza kabilesinin bulunduğu kale kuşatma altına alındı.
Peygamber Efendimiz (asm) onları önce İslama davet etti. Yahudiler, bu güzel teklifi kabul etmediler, Sevgili Peygamberimiz (asm)'in; "Öyle ise, Allah Teala ve Resulünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz." emr-i şerifini de reddettiler...
Bir ay kuşatmadan sonra Beni Kureyza kabilesi Peygamber Efendimiz (asm)'den, haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tayin etmesini istediler. Resulullah Efendimiz (asm) de "Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz." buyurdu. Onlar da daha önceden Medine'de meşhur kabile reislerinden olan Sad bin Muazı istediler ve "Biz Sad bin Muazın vereceği hükme razı oluruz." dediler. Peygamber Efendimiz (asm), Sad bin Muaz Hazretlerinin getirilmesini emrettiler. Sad bin Muaz, Hendek Savaşında ağır yara almıştı, sedye üzerinde getirildi.
Peygamber Efendimiz (asm);
"Ey Sad! Şunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana bildir."
buyurdu. Hazret-i Sad, Yahudilerden, vereceği hükme razı olacaklarına dair kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merakla beklemeye başladılar.
Hazret-i Sad, hükmü açıkladı:
"Benim hükmüm odur ki, akil ve baliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da Müslümanlar arasında taksim edilsin!"
Bu kesin hüküm karşısında, Yahudiler donup kaldılar. Çünkü kendi kitaplarında (Tevrat'ta), azgınlık yapanlara verilecek ceza aynen böyleydi:
"Şehrin birine harb etmek için vardığında, onları sulha davet et. Bunu kabul edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şayet, harb etmeye karar verirlerse, onları muhasara et. Allah Tealanın ihsanı ile onlara galip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganimet olarak al!.." (Tesniye/Yasanın tekrarı, 10-14)
Sad bin Muaz Hazretlerinin verdiği hükmün ilahi hükme uygun gelmesinden dolayı, Âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), onu tebrik edip; "Sen, onlar hakkında Allah Teala'nın yedi kat gökler üstünde, Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler.
Yahudiler, kendi kitaplarında belirtilen bu hükme itiraz edemediler. Verilen hüküm yerine getirildi.
Böylece, Müslümanların en sıkışık zamanlarında arkadan vuran, yapılan bütün antlaşmaları bozan, Peygamber Efendimiz (asm)'e, çocukluğundan beri düşmanlık yapan, öldürmeye uğraşan, sihirler yapan bu kavim de Medine'den temizlenmiş oldu.
Üstad'ın bu hususta vermiş olduğu bir hüküm yoktur. Zira kati meselelerde içtihat ve yorum yapılamaz. Olay Allah Resulü (asm)'ın huzurunda ve hükmü altında cereyan ettiği için, hüküm olarak katiyet ifade eder.
Adalet açısından bakıldığında Peygamberimiz (asm) ve Sad bin Muaz onların kitabı olan Tevrat’a göre hüküm vermişlerdir. Bu yüzden Yahudilerin itiraz etmeye hakları da yoktur. Her din ve ideolojilerde hıyanetin cezası ağırdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kaynaklar:
- bk. TDV.İ.A., Md. KUREYZA, XXVI, 431.
- bk. İbn Hişam, Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1375/1955, I/540.
- bk. M. Hamidullah, Rasulullah Muhammed, İstanbul 1973, s. 174.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Peygamber Efendimizin onay verip tasdik ettiği bir hüküm ya da kural zaten şeriattan sayılıyor. Bu yüzden bu hükmü İslam harici olarak tasavvur etmek mümkün değildir.
Nitekim Sad bin Muaz Hazretlerinin verdiği hükmün ilahi hükme uygun gelmesinden dolayı, Âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asv), onu tebrik edip; "Sen, onlar hakkında Allah Teala'nın yedi kat gökler üstünde, Levh-i Mahfuzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler. Yani verilen hükmün şeri bir hüküm olduğunu deklare etmiş oldu.
Kadın ve çocukların Müslümanlar arasında pay edilmesi harp hukukunun bir gereğidir. Yani onlar ganimettir ganimette harbin galip tarafının tabii bir hakkıdır. Nitekim o kadın ve çocukların Müslümanların elinde kalması her açıdan rahmet ve güzeldir. Çünkü onlar Yahudilerin elinde kalsalar ebedi hayatları tehlikede kalacaktı.
Esir hukukunda kadınlar esir düştüğü askerin hükmi hanımı sayılırlar. Bu husus hakkında Hayrettin Karaman Hocanın şöyle bir değerlendirmesi var: Nikah akdi, ikisi de hür olan (bu sebeple vücutlarına da malik bulunan) bir erkekle bir kadının, karşılıklı olarak bir aile kurma ve cinsî yönden birbirinden yararlanma konulu -şartlarına uyarak yaptıkları- bir sözleşmeden ibarettir. Cariyeye sahip olmayı sağlayan akit ve tasarruf da (satın alma, miras, ganimet veya bağış yoluyla elde etme…) bir hukuki işlemdir ve bu hukuki işlem, sahibi ile cariye arasında karı-koca gibi yaşama hakkını da vermekte, nikah akdinden daha güçlü ve kapsamlı olarak onun yerine de geçmektedir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)
Şu ayetlerde, iki çeşit evlilikten söz edilmektedir: Biri hür kadınlar, diğeri de cariyelerle olan evlilik. “Onlar/Müminler, mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri ile ilişki kurarlar.”(Müminûn, 23/5-6).
“Eğer (birden çok evlilikte kadınlar arasında) adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya eliniz altında olan cariyelerle yetinin.”(Nisa, 4/3). Cariyelerle ilgili olan evlilik, ayette: “eliniz altında bulunanlar” şeklinde ifade edilmiştir. Buna “milkü’l-yemin” veya “akdu’l-mülk” da denilir.
İslam fıkhında bu konuyla ilgili önemli bir kavram da “Teserri” kavramıdır. Bunun anlamı; cariye olarak elde edilen bir köle kadını eş olarak almaya, onunla birlikte olmaya karar vermek demektir.