Bir çiçeğe bakarak, onu yapan saniin çok sanatkâr olduğunu anlayabiliriz. Fakat sanatında nihayet bulunmadığını ne ile bileceğiz? Allah’ın hem zatında hem isim ve sıfatlarında ezelî ve ebedî olduğu konusunda birkaç örnek verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ın hem zatında hem isim ve sıfatlarında ezelî ve ebedî olduğuna dair çok deliller vardır. Biz bunlardan bazılarını numune olarak takdim edelim:
İlâhî irade, bir mümkünü varlık sahasına çıkarmayı dilediğinde, onu yokluktan kurtarır, var eder. Bu sonradan oluşa “hudus” ve bu vasfa sahip olanlara da “hâdis” denilir. Her mahlûk “hâdis”tir, yani sonradan ihdas edilmiş, varlığa kavuşmuştur. Böyle olunca, onu meydana çıkaracak ve ezelî olan Vacib bir Vücudun olması lazım geliyor.
Mümkünlerin yaratıcısı ancak vâcib olabileceği gibi, hâdis olanları yaratan da ancak ezelî olabilir. İmkân ve hudus hakikatleri, böylece vücub ve ezeliyeti gösterirler.
Bu kısa tarif ve izahtan sonra şöyle devam edebiliriz: Kâinata ve mahlûkata baktığımız zaman, her şeyin değişken ve kararsız olduğunu görüyoruz. Yani, hiçbir şey kararında sabit olarak durmuyor, değişiyor. Biri gidiyor, biri geliyor. Sürekli bir faaliyet, gözümüzün önünde işliyor. Bu da mahlûkatta değişmeyen hiçbir şeyin olmadığını bize ispat ediyor.
Her değişen şey ise, sonradan meydana gelmiş, sonradan vücut bulmuştur. Zira yoktu, var oldu. Ezelî olan şeyde değişimin olması imkânsızdır. O zaman, onları yokluktan varlığa çıkaran Zatın ise ezelî ve vacib olması iktiza eder. Zira hadisin hadisi yaratması imkânsızdır. Yok, yoka vücut veremez. Madem her şey hadistir, yani, sonradan meydana gelmiştir. Öyle ise her hadisin bir muhdisi var, yani onu varlık sahasına çıkaran ve yaratan bir Zatın var olduğu sabit olur.
Bu delil Allah’ın varlığını ispat ederken, aynı zamanda onun ezeliyetini de ispat ediyor. Zira İlah vasfı ancak ezeliyet ile tamam olan bir vasıftır. Hudus hakikati, kâinattaki her bir şeyin üstünde parlak bir şekilde göründüğü için, her şey de muhdis olan Allah’ı gösterip şahitlik ediyor.
İmkân; kelime olarak varlığı mümkün olan “var olma ihtimali olan” demektir. Yani, var olması ile yok olması eşit olan demektir. Bu eşitlikten var olanlara, vaki denir.
Allah’tan başka her şey imkân dairesindedir. Eşya vücut sahasına çıkmak için varlığı ezelî ve ebedî olan Vacibü'l-Vücuda muhtaçtır. Henüz var olmamış eşyayı ve mahlûkatı var etmek Vacibü’l Vücud olan Allah’ın irade etmesiyle mümkündür. Zira mümkünün, mümküne illet, yani sebep olması imkânsızdır. Yoksa devir ve teselsül dediğimiz, mantıksız şeyleri kabul etmemiz gerekir ki, bu da muhaldir.
Vacib; “Varlığı zâtından, olmaması muhal, ezelî ve ebedî” şeklinde tarif ediliyor. Allah’ın varlığı vacibdir, bütün mümkünatı varlık sahasına çıkaran yahut yaratmayıp yoklukta bırakan O’dur.
Devir: Mümkün bir şeyin, mümkün olan bir şeyi varlık sahasına çıkarması demektir.
Devir muhaldir, yani mümkün olan bir şey bir başka mümkünü yapamaz.
Devrin muhal olduğuna şöyle bir misâl veriliyor:
Yumurtayı kim yaptı?
Cevap: Tavuk.
Tavuğu kim yaptı?
Cevap: Yumurta.
O zaman tavuğu aradan çıkarırsanız yumurta, yumurtayı yapmış oluyor. Yahut yumurtayı aradan çıkarırsanız tavuk, tavuğu yapmış oluyor. Bu ise bir şeyin kendisini yapması demektir ve muhaldir.
Mümkün olan bir varlığı yine mümkün olan bir başka varlık yaratmış olamaz. Mümkünü ancak Vacib olan Allah yaratabilir.
Bir makale düşünelim. “Bunu kim yazdı?” diye sorduğumuzda yazı cinsinden olmayan bir varlık arayacağız ki, o da insandır. Yani yazıyı insan yazmıştır. Yazının bir kelimesi diğerini yazmış olamaz, zira ikisi de aynı cinstendirler. Bir insanı anne ve babasının yaptığını söylemek, bir kelimeyi kendinden önce gelen kelimelerin yazdığını söylemek demektir.
Devir için şöyle bir misal verelim:
“A okuluna kayıt yaptıracaksın ve müracaat ettin. A okulu dedi ki, ‘Kayıt şartımız, B okuluna kayıt belgesidir.’ Sen hemen B okuluna gittin. Onlar da dedi ki; ‘Kayıt şartımız A okuluna kayıt olmanızdır.’ Böyle bir durumda senin, her iki okula da kayıt olman ebediyen imkânsız hale gelir. İşte devir, yani, kısır döngü denilen şey budur.”
Şimdi varlık sahasına çıkmamış bir mümkün, nasıl olur da başka bir mümkünün varlık sahasına çıkmasına sebep olabilir. Önce kendisi, bir varlığa kavuşsun, sonra başka mümküne illet ve sebep olsun. Buradan açıkça anlaşılır ki; mümkün, mümküne sebep olup yaratıcılık yapamaz. Demek başlangıcı olmayan birinin olması gerekir ki, bu mümkünlere illet olsun. Bu da ezelî ve ebedî olan Allah’tır.
Teselsül: Bir varlık bir başka varlıktan olmuş, o da bir önceki varlıktan, o da daha önceki varlıktan olmuş diyerek sonsuza kadar uzanan bir sebeb-netice zinciri kabul ediyorlar. Bu görüşü çürütmek üzere deniliyor ki, eşya madem değişime uğramaktadır, o halde ezelî olamaz. Bu sebepler zincirinin ilk halkası mutlaka olacaktır. O halkayı yapan kim ise ondan teselsül eden bütün varlıkları da o yaratmıştır.
Kendimizden bir misal verelim: “İnsanı kim yapmıştır?” sualine anne ve babası diye cevap veriyorlar. “Onları kim yaptı?” denildiğinde “onları da kendi anne ve babaları yaptı” deniliyor. İnsanlık ezelî olmadığına göre bu silsile ilk insana kadar gidecektir. İşte o ilk insanı kim yaratmışsa ondan doğan bütün torunlarını da O yaratmıştır. İlk atamız olan Hz. Âdem’i, ondan ve zevcesinden Habil ve Kabil’i yaratan Allah, bu insanlık silsilesini günümüze kadar getirmiş ve bütün insanlık âlemini de O yaratmıştır. Dünyanın ömrü oldukça gelecek yeni insanları da yine O yaratacaktır.
Teselsülün muhal olduğu kelam âlimlerince arşî ve süllemî denilen on iki delille çürütülmüştür. Ancak şunu ifade etmemiz gerekiyor ki, tamamen akla dayanan ve ancak konunun ehli olanlarca tartışılacak ve anlaşılacak bu meseleler bu asrın insanını tatmin etmekten çok uzaktır. Nur Külliyatı’nda, iman hakikatlerine ait deliller, böyle bir tasnife girilmeksizin hem aklı hem kalbi tatmin edecek şekilde, çok risalelerde değişik yönleriyle tafsilatlı olarak izah ve isbat edilmişlerdir.
Arşî ve süllemî diye adlandırılan on iki delil vardır. Burada ikisini örnek olarak takdim ediyoruz:
Burhan-ı Tatbik: Birbirlerine eşit olan iki miktarın birinden belli bir miktar çıkarılınca eşitlik bozulur. İki sonsuz silsilesi de birbirine eşittir. İki sonsuz silsilesinin birinden belli bir kısım çıkarılınca bunların eşitliği bozulur.
Meselâ iki halka düşünelim biri fillerin halkası ki halen de devam ediyor, bu birinci halka olsun bir de dinozor türünün halkasını düşünelim ki bu halka kesildi ve bitti. Bu iki türü ve halkayı maziye uzanan iki çizgi ve hat olarak düşünecek olursak, birbiri ile hizaladığımız zaman dinozor halkasının fil halkasından kısa olduğu anlaşılır. O zaman ezeliyet mânâsı da olmaz, zira ezeliyette noksan ve eksik mefhumu olamayacağı için bu türlerin de ezeliyete gitmesinin imkânsız olduğu anlaşılır. Filler halkası diğer halka ile nisbet edilebildiğine göre, o da ezelî olamaz, fazlalık ve eksiklik kavramları ezeliyet ile bağdaşmaz.
Burhân-ı Tezâyüf: Bu delil, hâdiselerin illet (sebep) ve ma'lûl (netice, neticenin vücuda gelmesine tesir eden) sayılarının birbirine eşit olmaması esasına dayanır.
Teselsül ve devirde mantık, sebeplerin sonsuza dek gitmesidir. O zaman her netice için bir sebebin sonsuza dek gitmesi gerekir. Hâlbuki her netice için bir sebep olmadığına göre, sebep ve neticeler sayı bakımından birbirine denk olmadığı için, o zaman ezeliyet cihetine gidilemez demektir.
Mahlûkat bir nehir gibi akıp gittiği halde, onun üzerinde tecelli eden isimlerin sabit ve daim kalması Allah’ın isimleri ile ezelî olduğunu ispat ediyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar