"Evet, ilm-i kelam vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın tarzında olduğu vakit..." Bu paragrafı izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Tarîk-i Kur'ânî iki nevidir."

"Birincisi: Delil-i inayet ve gayedir ki, menâfi-i eşyayı tâdât eden bütün âyat-ı Kur'âniye bu delili nesc ve şu burhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde itkan-ı sanat ve riayet-i mesâlih ve hikemdir. Bu ise, Sâniin kast ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zira itkan ihtiyarsız olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesâlih ve semeratı ve inkılâbât-ı ahvâlin katmer ve düğümleri içinde saklanmaz hikem ve fevaidi göstermekle, Sâniin kast ve hikmetine kat'î şehadet ediyorlar." (Mesnevi-i Nuriye, Nokta.)

Eşyadaki bütün fayda ve hikmetler bu delilin konusudur. Gözün görmesi, kulağın işitmesi gibi eşyadaki sayısız fayda ve hikmetlerin hepsi bu delilin sahasına girerler. Bugünkü bütün fen ilimleri de bu delilin bir izahıdır, tefsiridir. Bu deliller bütün sebepleri ve sebeplerden hâsıl olan neticeleri, Allah’a iman ve marifette bir vasıta ve pencere yapar. Kur’an’ın bu adesesiyle kâinata bakan bir insan için her bir varlık bir marifet penceresi olur.

"İkinci delil-i Kur'ânî: Delil-i ihtirâdır. Hülâsası:"

"Mahlukatın her nevine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde mürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nevi müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılâb-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılâb-ı hakaikin gayrısıdır. Madde dedikleri şey, suret-i mütegayyire, hem harekât-ı mütehavvile-i hâdiseden tecerrüd etmediğinden hudûsu muhakkaktır. Kuvvet ve suretler, a'râziyetleri cihetiyle envâdaki mübâyenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. A'râz cevher olamaz. Demek envâının fasîleleri ve umum a'râzının havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure adem-i sırftan muhteradırlar. Silsilede tenâsül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir." (bk. age.)

İhtira, bir şeyi benzersiz ve modelsiz, hiçten ve yoktan var etmek demektir. Kâinattaki her bir mevcut ve her bir mahlûk, benzersiz ve modelsiz olarak, hiçten ve yoktan var ediliyorlar. Materyalist felsefenin iddia ettiği gibi, mevcudat tesadüfen birbirinden türeyip gelmiyor. Zira madde ezelî olmadığı için, onun üstünde görünen o harika sanat ve nakışlar tesadüf oyuncağı değillerdir. Maddenin ezelî olmadığına dair yüzlerce kevnî ve aklî deliller mevcuttur.

İşte Risale-i Nurların imana ve tevhide dair bütün delilleri ve isbatları, Kur’an’daki bu iki tarz delillere dayanıyor.

"Mahlukatın her nevine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde mürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. …" (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuzuncu Pencere.)

Kelam ilminde ise her bir eşya üstünde tevhidi göstermek tarzı yoktur. Bunun yerine sebepler zincirini takip ederek en son sebep olarak Allah’ı bulmak şeklinde gidiyorlar.

Kelam âlimleri on iki delil ile devir ve teselsülü çürüterek tevhidi isbat etmişler.

Bu on iki delilden birinin ismi Bürhan-ı Arşî, diğerininki Bürhan-ı Süllemî’dir. Bu ikisi tümüne alamet ve isim olarak temsilen kullanılmış oluyor. On iki delilden bu ikisinin isim olarak seçilmesinden şöyle bir mana da çıkabilir: Hakikat arşına ulaştıran on iki basamaklı merdiven.

Konuyla yakın alâkası olduğu için vacib ve mümkün mefhumlarını tekrar hatırlayalım: Mümkün, “varlığı da yokluğuna müsavi olan” diye tarif ediliyor. Mümkünün varlığı kendinden değildir, evveli ve sonu vardır, bütün sıfatları sınırlıdır.

Vacib ise “varlığı zatından, olmaması muhal, ezelî ve ebedî” şeklinde tarif ediliyor. Allah’ın varlığı vacibdir, bütün mümkünatı varlık sahasına çıkaran yahut yaratmayıp yoklukta bırakan O’dur.

Devir: Devir muhaldir, yani mümkün olan bir şey bir başka mümkünü yapamaz.

Devrin muhal olduğuna şöyle bir misal veriliyor:

Yumurtayı kim yaptı?
Cevap: Tavuk.
Tavuğu kim yaptı?
Cevap: Yumurta.

O zaman tavuğu aradan çıkarırsanız yumurta, yumurtayı yapmış oluyor. Yahut yumurtayı aradan çıkarırsanız tavuk, tavuğu yapmış oluyor. Bu ise bir şeyin kendisini yapması demektir ve muhaldir.

Mümkün olan bir varlığı yine mümkün olan bir başka varlık yaratmış olamaz. Mümkünü ancak Vacib olan Allah yaratabilir.

Bir makale düşünelim. “Bunu kim yazdı?” diye sorduğumuzda yazı cinsinden olmayan bir varlık arayacağız ki o da insandır. Yani yazıyı insan yazmıştır. Yazının bir kelimesi diğerini yazmış olamaz, zira ikisi de aynı cinstendirler. Bir insanı anne ve babasının yaptığını söylemek, bir kelimeyi kendinden önce gelen kelimelerin yazdığını söylemek demektir.

Devir için şöyle bir misal verelim:

“A okuluna kayıt yaptıracaksın ve müracaat ettin. A okulu dedi ki, ‘Kayıt şartımız, B okuluna kayıt belgesidir.’ Sen hemen B okuluna gittin. Onlar da dedi ki; ‘Kayıt şartımız A okuluna kayıt olmanızdır.’ Böyle bir durumda senin, her iki okula da kayıt olman ebediyen imkânsız hale gelir. İşte devir, yani, kısır döngü denilen şey budur.”

Teselsül: Bir varlık bir başka varlıktan olmuş, o da bir önceki varlıktan, o da daha önceki varlıktan olmuş diyerek sonsuza kadar uzanan bir sebeb-netice zinciri kabul ediyorlar. Bu görüşü çürütmek üzere deniliyor ki, eşya madem değişime uğramaktadır, o halde ezelî olamaz. Bu sebepler zincirinin ilk halkası mutlaka olacaktır. O halkayı yapan kim ise ondan teselsül eden bütün varlıkları da o yaratmıştır.

Kendimizden bir misal verelim: “İnsanı kim yapmıştır?” sualine anne ve babası diye cevap veriyorlar. “Onları kim yaptı?” denildiğinde “onları da kendi anne ve babaları yaptı” deniliyor. İnsanlık ezelî olmadığına göre bu silsile ilk insana kadar gidecektir. İşte o ilk insanı kim yaratmışsa ondan doğan bütün torunlarını da o yaratmıştır. Biz ilk atamızı Âdem aleyhisselâm olarak biliyoruz. Ondan ve zevcesinden Habil ve Kabil’i yaratan Allah, bu insanlık silsilesini günümüze kadar getirmiş ve bütün insanlık âlemini de o yaratmıştır. Dünyanın ömrü oldukça gelecek yeni insanları da yine o yaratacaktır.

Teselsülün muhal olduğu kelam âlimlerince arşî ve süllemî denilen on iki delille çürütülmüştür. Bunları, bazı kısa açıklamalar ve yine bazı kısaltmalar yaparak aşağıda nakledeceğiz. Ancak şunu ifade etmemiz gerekiyor ki, tamamen akla dayanan ve ancak konunun ehli olanlarca tartışılacak ve anlaşılacak bu meseleler bu asrın insanını tatmin etmekten çok uzaktır. Nur Külliyatı’nda, iman hakikatlerine ait deliller, böyle bir tasnife girilmeksizin, hem aklı hem kalbi tatmin edecek şekilde, çok risalelerde değişik yönleriyle tafsilatlı olarak izah ve isbat edilmişlerdir.

Kelam ilminin bu nakıs delilini bir misal ile akla yaklaştıralım.

Mesela yağmurun yağması hususunda devir ve teselsülü savunanlar tevhidi şöyle ispat ediyorlar: Faraza "Yağmur buluttan geliyor." diyen bir maddeciye "Bulut nereden geliyor?" diye sorunca, maddeci adam "Bulut da topraktan geliyor." diyor. "Toprak nereden geliyor?" diye sorulunca "Dağların aşınmasından teşekkül ediyor" diyor. "Peki dağları aşındıran kimdir?" diye sorulduğunda ise; "Şu şu sebeplerdir." deniliyor. Böyle sualler devam ediyor ve en sonunda, bütün maddi sebepler bitince ilk sebep olan Yaratıcıya ulaşılmış oluyorlar. "Her şeyin yaratıcısı sebeplerdir" diyen maddeci efendi, şayet ehl-i insaf ve de sebeplerin içinde aklı boğulmamış ise, neticeyi kabul ediyor.

Bu yolun çok tehlikeleri ve eksikleri vardır. Tehlikelerden birisi, sebeplerin tesiri zımnî olarak kabul edilmiş olmasıdır. “Yağmurun yağmasına sebep buluttur.” denildiği zaman ortaya, sanki yağmurun hakiki sebebinin bulut olduğu gibi bir mana çıkıyor ki, bu da hakiki tevhide zıt bir durumdur. Diğer bir tehlike ve noksanlık ise, sebeplerin her şeyde olduğunu düşünmek, neticeyi bulmak ve tevhidi ispat etmektir ki, bu da hem uzun hem de herkesin takip edebileceği bir yol değildir.

Kur’an’ın ve onu takip eden Risale-i Nurların ispat tarzı ise, öyle sebepleri uzun uzadıya takip ederek en sonunda ilk sebebe intikal etmek şeklinde değildir. Her bir sebep üstünde tevhidi göstermek ve her bir sebep üstünde huzuru kazandırmak şeklindedir ki, yukarıda izah edildi.

Yine yağmur ve bulut üstünden devam edecek olursak; yağmurun sayısız hikmet ve faydalarının olması, nihayetsiz bir ilim, irade ve kudretin işlediğini gösteriyor. Yani yağmur öyle bir sanattır ki ona sahip olup, onu icat edecek sonsuz bir ilim, mutlak bir irade ve nihayetsiz bir kudret sahibi olmakı gerekir. Bulutta bu sıfatların bulunması imkânsızdır.

Mesela yağmurun teşekkülünde güneşin de istihdam edilmesi gerekiyor. Öyle ise yağmurun yağması için güneşe de hükmü geçen bir zât olması gerekir. Yani bir damla yağmurun icat edilmesi için bütün kâinat çarklarının işlemesi gerekiyor. Öyle ise kâinat kimin ise yağmur da onundur. “Yağmurun sebebi buluttur”, demek, bulutu, bütün kâinatın çobanı ya da sahibi demektir ki, bu da hamakatın en aşağı derecesidir.

Her bir sebep üstünde tevhidi ispat etmenin küçük bir mikyası bu şekildedir; ikinci bir sebebe intikal etmeye gerek yoktur. Bütün sebeplere bu şekilde bakacak olursak, her şey üstünde tevhidi görebilir, bulabiliriz ve tam huzuru kazanabiliriz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 12.716
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...