"Bir kademde ve bir sohbette, zahirden hakikate geçebilirler." Bilhassa "zahirden hakikate" geçmeyi izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyrü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zahirden hakikate geçebilirler."
"Mesela, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var: Biri, bir sene gezip dolaşıp ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lazım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider."
"İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddi gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir."(1)
Burada "zahirden hakikate geçmek" ifadesi, iman hakikatlerinin kalb ve ruha kısa bir zaman içinde nakşolup yerleşmesi demektir. Öyle ki bazen bir sahabe Peygamber Efendimizin (asm) bir saatlik sohbeti hatta bir tek nazarı ile öyle sağlam imanı elde ediyor öyle bir marifet kazanıyor, öyle bir mertebeye çıkıyor ki, tasavvuf yolu ile böyle makamı elde etmek seneler alıyor. Hatta bazen normal birisinin kırk senelik mücadele ve terbiye ile elde ettiği bir neticeyi, o bir saate yetişilemiyor.
Kendisini öldürmek için gelen birisinin göğsüne Peygamber Efendimiz (asm) eline koyuyor ve gözlerinin içine bakıyor, o kişi o anda imana geliyor, sonra dönüp kendi safı ile çarpışmaya başlıyor ve şehid oluyor. Bir iki dakika içinde hem sahabe hem şehidlik makamına ulaşıyor ve bu zata en büyük veliler yetişemiyor. Yani zahirden hakikate geçmesi bir iki dakika sürüyor.
“Bazı olur bir nazar, fahm-i elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber, birden bire kalbeder bir bedevî cahil, bir ârif-i münevver.
Eğer mîzan istersen: İslam’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer.Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.
Cezîretü’l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalbetti elmaslara, birden bire serâser, Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.”(2)
İnsibağ ve in’ikas Allah Resulünün (asm) manevi azametinin bir şeyde yansıması ve aksetmesi mânâsındadır. Nasıl ki, Allah Resulü (asm) bir aynaya baksa o sevimli sûreti ayna içinde görünür ve ayna o sûret ile kıymet kazanır. Aynanın kıymeti sûretinden dolayıdır. Sûret gitse aynanın maddesi ayna kadar kıymet ifade eder. Sahabeler de birer aynadırlar; Allah Resulünün (asm) manevi siması o aynaların içinde tezahür ediyor. Hal böyle olunca, sahabelerin ruh ve kalb aynasında Allah Resulünün (asm) risalet ve nübüvvet sûreti irsiyet şeklinde yansıyor, yani o aynalara bir değer ve kıymet katıyor.
Tabiri caiz ise, bir cihetle Peygamber Efendimizin (asm) manevi şahsiyetinin küçük bir numunesi o aynaların içine yerleşiyor, onun azametini küçük ve mütevazı bir şekilde o aynada temsil ediyor. Tabiatiyle aynanın büyüklük ve kabiliyeti ne kadarsa, insibağ ve in’ikas da o kadar oluyor. Mesela, Hazret-i Ebu Bekir (ra)’in ruh ve kalb aynasındaki insibağ ile bir bedevi sahabenin insibağı aynı değildir.
Allah Resulünün (asm) nübüvvetten gelen insibağı ile velayetten gelen insibağı aynı değildir. Nübüvvet mesleği nasıl velayet mesleğinden üstün ise, nübüvvet insibağı da velayetin insibağından aynı derecede üstündür. Sahabeler doğrudan nübüvvet insibağına mazhar olurken, sahabelerden sonrakiler Allah Resulünün (asm) velayetin insibağı ile muhataptırlar. Hâl böyle olunca, en küçük sahabeye en büyük veli yetişemiyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Öyle de zahirden hakikate geçmek iki suretledir." Zahirden hakikate geçmeyi izah eder misiniz?
Dipnotlar:
1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.
2) bk. Sözler, Lemeât.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Kardeşim (anlayabildiğim kadarıyla) hakikatle insanın arasındaki en büyük ve kesif engel nefsimizdir. Nefis aradan çekilse kalp ve aklın süluku çok hızlı olur. Hakikate geçmek için nefsin kudsi hakikati yani kendisinin ve hiçbir şeyin değil, sadece ve sadece Allah'ın Rab ve İlah olduğunu kabul etmesi gerekir. Çünkü enenin nefse takılmasından ötürü nefis kendinde cüzi de olsa bir İlahlık ve Rablık tevehhüm eder, kainatı da aynı hal üzere görür, bu nazarı da vacib alemin kapılarını tamamen kapatan bir körlüktür. Onun için nefis ne zaman gururu, istiğnayı bıraktı, yani 1.sözdeki gibi "nihayetsiz aciz fakir nakıs bir abd olduğunu, Allah'a sonsuz ihtiyacı olduğunu" anladı, o zaman hakikatle irtibat başlar. Afaki malumat marifetullahı getirmeye başlar, mahluk alem Halıkından haber verdiğini insan iz’an eder ve sürekli kalbe ruha manevi gıda gelir. O kırılma noktasından önce, nefse gelen nurlar kalp ve ruhu beslese de nefis tezkiyesinde malzeme yapılmadıysa kısa zamanda sönerler, çünkü kişinin basiret gözü henüz açılmamıştır.
Nefsin abd olduğunu anlaması da 2 yolla olur: 1-kurbiyet 2-akrebiyet.
2.si risalelerin ve sahabelerin yoludur; keskin yüksek bir yoldur; hakikatperestlik aşkı nefsin mevhum ilahlık iddialarını yakar, kesafeti kalmaz, gelen her şey marifetullah olur.
1.yol ekser velayet yollarında gidilir, tedricidir, çile, erbain, riyazet gibi nefsi terbiye metodlarına riayet edilir.
Nurlarda nefis 4 hatve, ihlas ve uhuvvet düsturlarıyla temizlenir, eritilir, kesafeti atılır, cihazatlar hisler kalb ruh hesabına işletilir. Hususen “tefani” düsturu enaniyeti tuz buz eden çok kıymetli bir metoddur.
Cenabı Hak bunları bildirdiği gibi ihlasla tatbik etmeyi de hepimize nasip etsin.
"Hasan kardeş istifadenize çok memnun oldum, Rabbimizin ikramına ayine olabilsek ne mutlu. "Vacib alem" 30.sözde şöyle geçiyor: "O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar." Sözler ( 536 ) Burdaki "âlem-i vücub", yani vacib alem, Cenabı Hakk'ın ef'al, esma, sıfat, şuunat ve Zat-ı Uluhiyetine ait alem diye anlıyoruz. İnsanın bu alemlere şahit olması, Rabbini bu vücud mertebelerinde ve esma sıfatıyla mevsuf bilip, tahkiki imana varması ancak "ene"nin mahiyetinin bilinmesi ve açılmasıyla mümkündür, denilmiş. İnsanın kendi enesinin mahiyetini bilmesi biraz muğlak bir durum, çünkü kendi(enesi) ile nefsini ayırd etmesi için enfüste dikkatli bir temyiz yapması, nefsin tezkiyesi ile nefsindeki mevhum ilahlığı bırakması gerekiyor. Nefis ilahlığı bırakmayınca vücud-u insanı yutuyor, insan kendini nefsi sanıyor, oysa kendi başka nefsi başka.. Nefsi manevi vücudunda sadece bir cüz, daha akıl kalp ruh var. Ama nefis dizginlenmezse hislere hakim oluyor, insan nefsin kontrolünde kalıyor, kalp ruh akıl vicdanı duyamaz, hissedemez, mazallah kullanamaz hale geliyor. Nefsine -emmarelikten kurtaracak kadar- hakim yani farkında olmayan insanın enenin faraziyetini idrak etmesi herhalde mümkün değil. Çünkü ene nefse takılmış. Bunun da nasıl olacağını 26.sözde izah edilmiş: "Yani mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. " Sözler ( 463 ) üstümüzde görünen hayırları Cenabı Hakk'a vere vere, şerleri üstümüze ala ala, nefis rablik iddiasından vaz geçecek, o zaman "ben" dediğimiz şeyin itibari bir çizgicikten ibaret olduğunu, icada kabiliyeti olmadığını, her hangibir varlık veya vücuda menşe' olamayacağını idrak edeceğiz inşallah. O zaman mahluk alem, vacib aleme bir tenteneli perde olduğu görünecek, kendimiz de daim Allah hesabına yaşatıldığımızı hakkalyakin iz'an edeceğiz. "Acaba Rabbim üstümde neyi gösteriyor" diye kendimizi okumaya başlayacağız. Elbette bu hakikatte binler mertebeler vardır, biz ne kadarına mazhar olursak kardır. "