"Kur'an'dan ve Hadîsten sonra en mühim hüccet-i imaniye, Risale-i Nur'dur, diyebilirler." Bu cümle Risalelerde geçiyor mu; izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Bu cümleyi Risale-i Nur'da sizin ifade ettiğiniz şekli ile bulamadık. Ama buna benzer bir cümle şu şekilde geçiyor:
"Risale-i Nur Kur'ân ve hadisten sonra sertac-ı evliya, sultanü'l-eser ve zübdetü'l-meâni ve atâyâ-yı İlâhî ve hedâyâ-yı Sübhânî ve feyyaz-ı Rahmânîdir."(1)
Bu cümleler Risale-i Nur'un iman hakikatlerini bu asırda muhtaç gönüllere Asr-ı saadettekine benzer bir şekilde ne kadar tesirli ve mükemmel bir şekilde anlattığına bakıp işaret ediyor. Risale-i Nur'un manevî makamını ve tesirini ayet ve hadislerden sonra görmek gayet makuldür.
Sahabelerin makamı ayet ve hadisleri anlamakta birinci sıradadır ve onları hadis kapsamında değerlendirmek gerekir. Zira sahabelerin idrak ve gönül dünyasında Hazret-i Peygamber (asm)'in insibağ ve in’ikası, yani temessül etmesi söz konusudur.
İnsibağ ve in’ikas Allah Resulünün (asm) manevî azamet ve feyzinin bir şeyde yansıması ve aksetmesi demektir. Allah Resulü (asm) bir aynaya baksa o sevimli sureti ayna içinde görünür ve ayna o suret ile kıymet kazanır. Aynanın kıymeti suretinden dolayıdır. Sûret gitse, aynanın maddesi ayna kadar kıymet ifade eder. Sahabeler de birer aynadırlar; Allah Resulünün (asm) manevî siması o aynaların içinde tezahür ediyor. Hal böyle olunca sahabelerin ruh ve kalb aynasında Allah Resulünün (asm) risalet ve nübüvvet sureti irsiyet şeklinde yansıyor, yani o aynalara bir kıymet katıyor.
Tabiri caiz ise, bir cihetle Peygamber Efendimiz (asm)'in manevî şahsiyetinin küçük bir modeli o aynaların içine yerleşiyor, azametini mütevazi bir şekilde temsil ediyor. Binaenaleyh aynanın büyüklük ve kabiliyeti ne kadarsa insibağ ve in’ikas da o kadar düşüyor. Mesela Hazreti Ebu Bekir (ra)’in ruh ve kalb aynasındaki insibağ ile bir bedevî sahabenin insibağı aynı değildir.
Allah Resulünün (asm) nübüvvetten gelen insibağı ile velayetten gelen insibağı aynı değildir. Nübüvvet mesleği nasıl velayet mesleğinden üstün ise, nübüvvet insibağı da velayet insibağından aynı derecede üstündür. Sahabeler nübüvvet insibağına doğrudan mazhar olurken, ümmetten sonrakiler Allah Resulünün (asm) velayet insibağı ile muhataptırlar. Hal böyle olunca en küçük sahabeye en büyük veli yetişemiyor.
Sahabelerin âlemine nübüvveti temsil etmek irsiyet olarak yerleşmiştir. İnsibağda tam bir temessül manası vardır. Yani Allah Resulü (asm) sahabelerin ruh aynasında bütün vasıfları ile temessül etmiştir, ama aynanın kabiliyetine göre şekilleniyor.
Temessül; bir şeyin aynı ile başka bir şeyde yansıması demektir. Mesela bir mum etrafında halka şeklinde on adet ayna bulunsa, her bir aynada mum temessül eder. Yani aynı vasıfları ile o aynaların içinde bulunur. Bir tek mum iken, on mum olur.
Nuranî varlıklar ile onun zıddı olan kesif varlıkların yansımasında ve temessülünde durumları farklılık arz eder, hükümleri başka başkadır, biri hakiki yansır diğeri sadece görüntü olarak yansır.
Nuranî bir varlık yansıdığı yere kendi vasıflarını da aksettirir. Bir nevi yansıyan ile yansımaya mahal olan şey aynı gibi olur. Mesela; aynada yansıyan güneş kendine mahsus vasıflarını aynaya da aksettirir. Güneş gibi o da ısı ve ışık verir, fark sadece azamet ve kibriyadadır. Nuranînin temessülü temessül ettiği yeri, yani yansıdığı yeri kendi gibi yapar.
Peygamber Efendimiz (asm)'in mübarek ruh-u şerifi tam nuranî olduğu için, sahabelerin ruh aynasında sohbet insibağı ile tam temessül ediyor. Onları bir anda en yüksek manevî makamlara çıkarıyor. İn’ikâs ve insibağ temessül manasında kullanılıyor.
(1) bk. Emirdağ Lâhikası-I, 60. Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Gayrimünteşir bir Emirdağ mektubundan:
(Söz konusu cümle en sondadır.)
Ahirzamandaki büyük Mehdi’den evvel çok mehdiler gelmiş geçmiş diye Risale-i Nur ispat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması, bu noktadan ileri geliyor. Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli ünvanlar şahıslara verilmez. Hem Risale-i Nur’a da siyaset manası da taşıyan o ünvanı vermemek münasiptir. Müceddidiyet kâfidir.
Gerçi hakikat noktasında âhirzamandaki gelecek büyük Mehdi, siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp yalnız İslamiyet hakikatlarını ispata, izhara, icraya çalışır. Ve bu nokta-i nazardan Risale-i Nur o zat-ı mübarekin veyahut onun cemaat-ı nuraniyesinin şahs-ı maneviyesinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-ı imaniyenin ispat ve neşrini tam yapıyor. Fakat bu evhamlı ve bahaneleri arayan ve herşeyi siyaset noktasında düşünen adamlara karşı, bu Mehdi ünvanını Risale-i Nur’a vermek, Risale-i Nur’un ihlas sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olmaz.
Evet, Risale-i Nur’daki sırr-ı ihlas, yüzde doksan ihtimaliyle de olsa o makama talip olmamaklığımı iktiza ediyor. Çünkü küçük bir memuriyet veyahut zabit olmak gibi bir makamı düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor. Onu maksat yapıp ona çalışıyor, ihlasını kaybeder. Uhrevî amellerini ona basamak yapsa, bütün bütün yanlış olur.
İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve memuriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak, bütün harekâtını, hattâ uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden, hakikat-ı ihlası bozar. Eğer öyle bir makam verilse de ihsan-ı İlahî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmese daha iyidir.
Ve bilhassa efkâr-ı âmmede siyasetçilik ve hakimiyet manası bu Mehdi ünvanında bulunduğu ve geçmiş bazı mehdi-misal halifeler o gibi hadiselerin bir mâsadakı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyasete herşeyi feda eden insanlar nazarına karşı, Risale-i Nur mesleğindeki ihlas, böyle şeyleri aramaz.
Yalnız bu kadar var ki: Şakirtleri tam itimad ve kat’î yakînlerini takviye için harikulâde bir surette hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, hem bazı şakirtlerini, hattâ tercümanını pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünki eskiden beri üstadlarına karşı ziyade hüsn-ü zan kabul edilmiş. Hattâ Kur’an’dan ve hadisten sonra en mühim hüccet-i imaniye Risale-i Nur’dur diyebilirler.
Gayrimünteşir bir Emirdağ mektubunda geçen bu ifadeler metnin akışından da anlaşılacağı üzere, yani "Şakirtleri tam itimad ve kat’î yakînlerini takviye için" ifadesinin de açıkça işaret ettiği gibi bu hüccet-delil tabiri, İslamî hükümlere delil olma manasındaki kaynak delil manasında değildir!
Dikkat ederseniz Üstad, "hüccet-i imaniye" demiş, "hüccet-i şer'iye" dememiş!
O halde bu cümlenin manası şu olacaktır:
"Risale-i Nur talebeleri, eskiden beri talebelerin üstadlarına karşı ziyade hüsn-ü zanlarının kabul edilmesine binaen, İslamî-Şer'î hükümlerde, meselelerde kaynak hüccet-delil olarak değil, iman hakikatlerini ispatlamakta ve o hakikatlere "tam itimad ve kat’î yakîni -kesin inancı- takviye için" en mühim bir hüccet-delil olarak, Kur’an’dan ve hadisten sonra Risale-i Nur'u görebilirler."