"Bir kısmı su gibidir. İkinci kısım, hava gibidir. Üçüncü kısım ise, nur gibidir." Marifetullahın şahit, delil ve burhanlarını; velayet-i suğra, vusta ve kübra açılarından muhakeme edebilir miyiz?
Değerli Kardeşimiz;
Bizim kanaatimize göre hava, su ve nur tabirleri tamamen marifet-i Sania ait delillerin zahirden hafiye, hafiden ahfaya doğru bir seyir izlemesidir. Çünkü aynı deliller velayetin her üç mertebesinde de caridir.
"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler baş gösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır."
"Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."(1)
Tevhide getirilen delillerin üç mertebesi su, hava ve nura benzetiyor. Bunu akli, kalbi ve ruhanî deliller şeklinde de ifade edebiliriz.
Su delillerin en kesifini temsil ediyor ki, daha ziyade akli ve mantıki delillere misaldir. İlm-i kelam ve mantıkta istimal edilen delillerin büyük bir kısmı bu sahaya girmektedir. Aklı mehaz ve esas alan felsefe, çoğu zaman kalbi ve ruhi delilleri idrak edemedikleri için inkâra sapıyor.
Hava, suya nispetle daha latiftir, ancak kalple yani basiret gözü ile hissedilir ve görülür. Malum kalp akla nisbeten daha ince ve daha latiftir. Haliyle kalbin hissettiği latif delilleri bazen akıl hissedemez ve anlayamaz. Risale-i Nur'un bazı yerlerinde Üstad Hazretleri; "Bu bahis akıldan ziyade kalbe bakar" buyurarak buna işaret eder.
"Kardeşim, bu sene, elhamdülillâh, risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür'atli bir tarzda meşgul oluyorum; çok mühim işlerim de geri kalıyor. Ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan Şaban ve Ramazan'da, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. Şu mesele-i azîmeyi başka vakte tâlik edip, ne vakit Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır."(2)
" 'Ey insan!' dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha huşyar zatlara, belki medar-ı istifade olur niyetiyle, On Dördüncü Lem'anın İkinci Makamı olarak, müdakkik kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden ziyade zevke nâzırdır."(3)
Deliller içinde en latif ve en nuranî olanları ziya ile ifade ediliyor. Malum ruh insan mahiyetinin en nuranî, en dakik ve en latif cevheridir. Dolayısı ile ruhun hissettiği deliller de en latif, en dakik ve en nurani delillerdir.
Bu delillerin farklı olması, ekolleri de farklılaştırmıştır, aralarında bir ahenk, bir insicam yapıp hepsinden faydalanma ciheti ise küllî bir ihata, keskin bir nazar ve derin bir ilim ile mümkündür. Buna da Bediüzzaman gibi çok az insan muvaffak olmuştur.
Delillerin mahiyetinin mübayeneti bir hakikat iken hepsinden bir insicam ve ahenk ile istifade ettirmek ancak Kur’ân-ı Kerim’in tarzında ve usulünde mevcuttur.
Üstad Hazretleri bu hakikatı, bir temsille şöyle izah ediyor:
“Meselâ: Envâ-ı cevâhiri hâvi zînetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken, birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtını tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğunu hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde onların buldukları cevâhirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yâkutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkezâ her birisi definenin esas müştemilâtı kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevâid ve teferruatından olduğunu îtikad eder. Mes’ele bu şekle girmekle müvazene kayıp ve tenâsüp zâil olur. Sonra mes’elenin hakikatını keşf ve îzah için te’vilat ve tekellüfata başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehâb eden olur.
Evet sünnet-i seniye ile müvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudâtına îtimad eden İşrâkiyyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu söylediğime hak verir. Bilâ-tereddüd kabul ederler.
Arkadaş! Kur’ân da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’ânın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihâta ile görmüştür. Ve hakikata uygun bir tarzda tenâsüp ve müvazeneye riâyet ederek kemâl-i intizam ve ıttırad ile hakikatı izhar etmiştir.” (Mesnevi-i Nuriye)
Tevhid, Allah’ı bir bilmek, birliğine iman etmek demektir. Allah’ın birliğine iman eden insan, her şeyi O’nun mahlûku, O’nun eseri bilir. Sebepleri de O yaratmıştır, onlardan alınan neticeleri de. Ağaç da O’nun eseridir, meyveler de. Bu iman, insanı sebeplere aşırı önem vermekten ve onlara layık olmadıkları ölçüde hürmet göstermekten alıkoyar. Onlar olmasa sanki nimetlere kavuşulmayacakmış gibi bir hataya düşmekten korur. Kur’âna dayanmayan bütün teoriler, görüşler, inançlar ölçüyü koruyamamış, ifrat veya tefrit ile hataya düşmüşlerdir.
Şimdi misaldeki sembollerin manasına bakalım, o okyanus kâinattır, hazineler ise eşyanın hakikatı, mahiyeti ve neden ibaret olduğudur. “Hakiki hakâik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.” buyruluyor.
“Esmâ-i hüsnânın tenâsüb ve iktizası üzerine hakâik-i âliye-i İlâhiyedeki müvazeneyi mürâat etmesidir.”
Buna göre, eşyadaki tenasüb o eşyada tecelli eden İlâhi hakikatlerdeki tenasübden, muvazeneden kaynaklanıyor. Örnek olarak kendi simamıza bakalım. Gözümüzün hakikati Basir ismine, işitmemizin hakikati Semi’ ismine dayanır. Bu isimler arasındaki yakın ilgi, gözle kulak arasındaki yardımlaşma olarak kendini göstermiş bulunuyor. “Bir göz nasıl olmalı ki görme fonksiyonunu en faydalı şekilde icra etsin?” sorusunun cevabı Hakîm ve Alîm isimlerinin tecellileriyle verilmiş ve gözümüz sonsuz ilim ve hikmetle en güzel şekilde yaratılmıştır.
O gavvaslar yani dalgıçlar ise kâinat ve muhteviyatı olan eşyanın manalarını okumaya çalışan felsefi ekollerdir; ellerindeki cevher parçaları ise her bir ekolun bir hakikatın ucunu görmesidir. Sair dalgıçların elindeki cevheri inkâr etmesi ya da tebei görmesi ise, ekoller arasındaki ihatasızlıktan ve acizlikten gelen fikri çatışmalardır. Her felsefi ekolün diğerine tepki ya da anti tez olarak ortaya çıkması buna şahittir.
Gözü açık olarak ve ihata ile kâinatın bütün hazinelerini hâl ve keşf eden dalgıç misali ise, vahye yani kâinatın banisi olan Cenab-ı Hakk'ın ilm-i ezelisini temsil eden Kur’ân-ı Mucizü'l-Beyana işarettir.
Evet, felsefe âleminde görünmeyen insicam, ihata, ahenk, isabet, üstün ve kolay anlaşılır ifade tarzı ve daha sayamadığımız çok mucizevî vasıflar Kur’ân'da mevcuttur. Yani tevhide getirilen bütün deliller, latif olsun kesif olsun, hepsi Kur’ân'da mevcuttur.
Meşhur belagat âlimlerinden Cahız, Cürcani, Sekkaki, Zemahşeri gibi büyük zâtlar, Kur’ân'ın bu üstün vasıflarını ilmi delilleri ile eserlerinde izah ve ispat etmişlerdir.
Mesela, kâinatın mebde-i hilkatinden bahis açtığında dünyanın cüzi ahvaline, oradan arşa, oradan ebed yurduna, oradan Zat-ı Akdes’e ait ulvî hakikatleri ifade ederek her şeye olan ihatasını göstermiş ve delillerin bütün aksamını ve safhalarını insanlığa ders vermiştir.
"Hem hilkat-ı insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz'iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur. Meselâ, bir zîhayat, cüz'î bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Hakk'tan başkasına hakikî minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne medih ve senâ etmek, rububiyetin azametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir eder."(4)
Mesela, buradaki rızık; su ve akıl gibi bir delil iken, şifa; hava ve kalp gibi bir delildir; hidayet ise; hava ve ruh gibi bir delildir. Rızık kesif, şifa yarı şeffaf, hidayet nuranî bir delil oluyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım.
(3) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'anın İkinci Makamı.
(4) bk. Şualar, İkinci Şua, İkinci Maksad.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar