"Biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Üzüm çubuğu, üzüm gibi tatlı ve güzel bir nimete, arı, bal gibi kıymetli ve şifalı bir yiyeceğe nasıl vesile ve maddî bir sebep ise, bütün âlimler, evliyalar hatta peygamberler de imana ve hidayete öyle manevî birer vesiledirler. Nasıl üzüm ve balın hakiki menbaı Allah'ın rahmet hazineleri ise, yani bu nimetleri veren O ise, aynı şekilde iman ve hidayetin asıl menbaı da Allah’tır. Vesile ve sebepler bu nimetlere mazhar ve ma’kes olmuşlar, menba ve medar değildirler. Üstad Hazretlerinin bu paragrafta ifade ettiği ana nokta burasıdır.

Masdar ve menba, kaynak ve fail mânasına geliyor. Mesela ortada bir güzellik bir kemal varsa, o güzellik ve o kemal o kimseden çıkıyor ve o kimseye ait demektir. Masdar ve menba bu mânaya geliyor.

"Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci’ olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.” (18. Söz)

Üstad Hazretleri; nefis ile tabiatı birbirine benzetmiştir. Mülk Allah’ındır. Sebepler sadece birer perdedirler. Hakikat bu iken, insanlar misafir olarak geldikleri bu dünyada, kendilerine ihsan edilen haricî nimetleri ve onlardan faydalanmak için kendilerine verilen maddî ve manevî cihazları İlâhî ihsan olarak bilmek yerine, âlemdeki icraatları tabiata, kendilerinden hâsıl olan güzellikleri ve kemalleri ise nefislerine isnad ederek gaflete, dalalete veya küfre düşerler.

Üstad Hazretleri bu iki tağut ile yani “ene ve tabiat” ile bir ömür boyu mücadele etmiş, insana kul olduğunu, mahlûk olduğunu, cüz’î bir iradeden başka elinde bir şey bulunmadığını, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah’ın yarattığını ders vermiş, iradesiz tabiatın, kör kuvvetin ve ölü maddenin bu âlemdeki mu’cize sanatlara ve hikmetli icraatlara sahip çıkamayacağını kuvvetli delillerle ortaya koymuştur.

Risalelerde “masdar ile mazhar, fail ve münfail” mefhumları üzerinde ehemmiyetle durulur. Burada “mazhar” yerine “mahal” kelimesi kullanılmış.

Masdar bir şeyin sudûr ettiği, çıktığı mekândır. Mazhar ise o şeyin zahir olduğu, göründüğü mekândır. Işık güneşten gelir ve aynada zahir olur, yani kendini gösterir. Ayna, bu ışığa masdar değildir, yani ışık ondan çıkmamaktadır.

Varlık âleminde görünen bütün güzellikler ve kemaller de o varlıkların kendilerinden doğmazlar; onlardan sudûr etmezler. O varlıklar, İlâhî isimlere ve sıfatlara ayna olmakta, mazhar olmakta, mahal olmaktadırlar. Mahal kelimesi de burada mekân mânasına kullanılmıştır. Meyvenin mekânı daldır, ağacınki topraktır. Ama ne meyve ağacın hüneri, ne de ağaç toprağın sanatıdır.

“Fail ve münfail” meselesine gelince, fail bir fiili, bir işi yapan, işleyen demektir. Münfail ise o fiili kabul eden, yani kendisinde o fiil işlenen şeydir. Meselâ kâtip, yazma fiilinin failidir. Kâğıt ise münfaildir, yani yazı fiilini kabul etmektedir. Biz kâğıda yazı yazdığımız halde, havaya veya suya yazı yazamayız. Bunların ikisi de yazma fiilini kabul etmezler, yani bu fiil onlarda icra edilemez.

Kâğıt, bu noktada, havadan ve sudan ileri olmakla birlikte, kendisinde yazılan yazılara sahip çıkamaz; onları kendi kudretine ve ilmine isnad edemez.

Yaratma fiilinin faili ancak Allah’tır, bütün mahlûkat ise yaratılmayı kabul etmişlerdir, yani bu fiil onlarda icra edilmiştir. Bu yönüyle her mahlûk münfaildir.

Bazı varlıklar bazı fiillere münfail olamazlar ve onlarda o fiil tecelli etmez. Meselâ, “gösterme” fiili gözlerde icraat yapar, ama taşlarda, ağaçlarda yapmaz. Bu son ikisi gösterme fiiline münfail olamazlar. O halde, insanoğlu görmesiyle övünmek yerine buna şükretmekle mükelleftir. “Gözümü görme fiilini kabul edecek şekilde terbiye eden ben değilim, annem ve babam da değiller. O halde ben görme fiilinin faili, yapıcısı değilim, ancak münfailim.” demesi gerekir.

Aynı şekilde, toprak da bitkilerin kökleşmesine, tohumların sümbül vermesine elverişli bir şekilde yaratılmıştır. O da münfaildir.

Bütün sebepler birer perdedirler. Aklı başında olan her insan, bu sebeplerin eliyle gelen nimetleri, o sebeplerin kendi malları ve ihsanları olarak değil, Allah’ın birer ikramı olarak görür ve sebepleri birer perde, birer vasıta olarak bilir.

Üstad Hazretlerinin üzerinde çok güzellikler ve çok kemaller tezahür etmiş. Şayet Üstad Hazretlerini masdar ve menba telakki edersek, üzerinde tezahür eden o bütün güzellik ve kemaller onun şahsî malı olur. Mesela bir keramet göstermiş veya bir ilhama mazhar olmuş ise, o keramet ve ilhamın kaynak ve faili Üstad Hazretleri telakki edilmiş olunur ki, bu da çok tehlikeli bir durumdur.

Mazhar ve ma’kes, başkasının mânasını üstünde izhar edip göstermek demektir. İnsanda bir güzellik ve bir kemal varsa, Allah’ın bir ihsanıdır. İnsan o güzelliğe sadece bir mahal ve bir aynadır.

Lakin Allah bu nimetlere vesileleri alelâde tayin etmiyor; onların da bu hizmete ve nimete bir kesb-i istihkakları bulunuyor. Yani Üstad Hazretleri Risale-i Nur gibi azim bir nimetin kuru bir çubuğu hükmündedir, ama başka bir insan değil, Üstad Hazretleri bu kuru çubuk olmuştur. Bu da onun manevî kıymetini ve liyakatini ifade ediyor.

Hülasa, Üstad Hazretleri Risale-i Nurların kendi malı olmadığını, İlahî bir ikram ve ihsan olduğunu ifade ediyor.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...