"Cüz’i İrade" ile "Kader" ve "Kaza" münasebeti nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Kader: Kelime manası itibariyle takdir, vezinli ölçü, miktar, ilim, plan, program ve proje mânâlarına gelir.
Istılahi manası itibariyle kader; bütün varlıkların ve vuku bulacak hâdiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, haiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Cenâb-ı Hak tarafından ezelde tâyin buyurulması ve bir tertib ile kaydedilmesi demektir.
Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilmiştir:
“Kader, Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”
"Kaza" ise; “Hükmetmek; muhkem ve sağlam yapmak; emretmek, yerine getirmektir.”
Kader, bir şey hakkında verilen karar; kaza ise, verilen o kararın icra edilmesi, varlık sahasına çıkarılmasıdır.
Kader, kavlen ve fiilen bir şeyin faslı, (birbirinden ayrılması) ondan haber vermesi ve o şeyi tamamlamasıdır. Kader İlim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Kader, kazadan öncedir ve daha ihatalıdır. Çünkü her kaza olunan şey kaderde vardır, fakat kaderde olan her şey kaza olmamıştır. Yâni, bir şeyin varlık sahasına gelmesi hem kaza, hem kaderdir. Yaratılmayan şeyler ise kaderdedir, fakat kaza edilmemiş, yâni meydana gelmemişlerdir.
Kaza; kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır. Cenab-ı Hak, her şeyi bir kaderle yarattığını bildirir.
"Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer Suresi, 54/49)
"Her şeyin hazinesi Allah katındadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." (Hicr Suresi, 15/21)
Bu cihetten bakıldığında, kadere "İlahi program" denilebilir.
Kader ve kaza, Cenâb-ı Hakk’ın irade ve kudret sıfatlarının zarurî bir lâzımıdır. Zira şu kâinatın ve içinde cereyan eden hâdiselerin tamamı bir ilme dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmiştir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten Zât, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade etmiştir. İşte, Hazret-i Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kâinat ve şu hâdiseler, elbette ki bir tâyin ve takdire, bir plân ve esasa dayanmaktadır. Kâinatın altı devrede yaratılışının planlanması kaderi gösterirken, o plana göre yaratılması da kazayı gösterir.
Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösterir. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan eder. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber verir. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması hep kader ile olmuştur.
Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması kader ile plânlanmıştır.
Cennet ve cehennemin yaratılması, ilahi ilim ile takdir edilmiştir. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, her şeyin vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldiğinde ve vücuttan gittikten sonra yazıldığını bildirir. (bk. Yasin, 36/12; En'am, 6/59; Sebe, 34/21; Kaf, 50/4) Tohumlar, çekirdekler, meyveler ve insandaki hafıza, bu gerçeği ispat ederler.
İnsan, bir cihetle kaderin mahkûmudur, bir başka cihetle ise, hür ve serbesttir. Yaratılması, erkek veya dişi olması, saçının rengi, boyu... gibi hususlarda her insan tamamen kaderin mahkûmudur. Fakat fiilleri noktasında ise, hür ve serbesttir, dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. İşte, insanın sorumlu olduğu cihet burasıdır. Yoksa hiçbir insan boyundan, renginden hesaba çekilmeyecektir.
İnsan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükelleftir. Çünkü ölçüden, tartıdan anlamaktadır. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir etmekte, yarını hakkında planlar kurmakta, hedefler tespit etmektedir.
Cüz’i İrade: “Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, iki şeye birlikte taallak edemeyen irade. İnsan iradesi.”
İnsan, bir anda ancak bir şey irade edebilir. İki kelimeyi birlikte söyleyemez, iki yöne aynı anda bakamaz, iki manayı birlikte düşünemez. Bu hâle “teakubi” denilir. Yani, önce bir iş görülüyor, onu müteakiben bir başka iş görülmeye başlanıyor. İkisi bir anda ve birlikte icra edilemiyor. İnsan, kendi iradesine bırakılan işleri sırayla yaparken, bedenindeki yüz trilyon kadar hücrede sayısız faaliyetler birlikte görülüyorlar. Demek ki, insan bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare edilmektedir.
İnsan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak ahiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak ilahi iradesiyle çizmiş, (“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “zekât verilecek” “haram yenmeyecek” “kumar oynanmayacak” “yalan söylenmeyecek” “istikametten sapılmayacak” gibi...) fakat insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de “Dinde zorlama yoktur” buyrulması, ilahi iradenin bu noktadaki en bariz ve en net bir ifadesidir.
Cüz-i İhtiyarî: İhtiyar etme, seçme manasına gelir. İnsan iki şeyden birisine meylederek, onu yapmayı ihtiyar eder ve diğerinden vazgeçer. Yani, cüz-i ihtiyarinin esası, meyillerdir. İnsanın fiilleri, meyillerinden doğar.
İhtiyar ve irade kelimeleri birbiri yerinde kullanılmakla birlikte aralarında az bir fark da vardır. İrade insan, ruhuna takılan sıfatlardan biridir. İnsan gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği gibi, bu irade sıfatıyla da bir şeyi seçer ve ihtiyar eder. Yani esas olan iradedir, bu irade ile “ihtiyar etme ve seçme” hâdisesi gerçekleşir.
KADER NEDİR?
Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösteriyor!..
Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!..
Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyorlar!..
Bitkilerin ve hayvanların türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..
Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!...
Cennet ve cehennemin yaratılması, kader ile takdir edilmiş!... O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine İlâhî ilim ile tespit edilmiş!...
Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..
Kısacası, “kader; Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesi,” kaza ise, “kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılması...”
İnsan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!.. Çünkü, ölçüden, tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor.
KADER VE CÜZ’İ İHTİYARÎ
Kader Risalesi’inden bir hakikat dersi:
“Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler.” (Sözler)
Bu cümlede iki ayrı hakikat birlikte sunulmuş: Birisi, “kader, nefsi gururdan kurtarır.” Diğeri de, “cüz’i irade ile insan, sorumluluğu üzerine alır ve günahlarının cezasını çekmeyi hak eder.”
Bu iki mesajın açıklanması, bir bakıma, şu âyet-i kerimenin de tefsiridir:
“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır, sana isabet eden her kötülük nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 79)
Bir arı düşünelim; irade ve akıl sahibi olsun. Şimdi bu arı, yaptığı bal ile övünmek yerine, Rabbine şükür ve hamd edecek ve diyecektir ki:
“Karasinekler de uçuyorlar, ama onlardan bal çıkmıyor. Ben bal verecek şekilde programlanmasaydım bu işi başaramazdım. Öte yandan, baharı ben getirmiyor, çiçekleri ben açtırmıyorum. O halde gururlanmamın bir mânası yok!”
Arının balı gibi bizim ibadetlerimiz de birer İlâhî lütuf. Bunlarda bizim hissemize çok az şey düşüyor.
“Dinin direği” olan namazı düşünelim:
Namazı Allah emretmiş.
Nasıl kılacağımızı Allah Resulü(asm.) öğretmiş.
Namaz kıldığımız mekân Allah’ın.
Dünyayı döndürmekle namaz vakitlerimizi getiren O.
Abdest aldığımız su da O’nun, okumamıza yardım eden hava da.
Namazda okuduğumuz Kur’ân âyetlerini de O inzâl buyurmuş.
Bunların hiçbiri bizim irademizle olmuş değil.
Geriye ne kalıyor:
“Namaz kılmaya yahut kılmamaya karar vermek.”
İşte, kıldığı namazda insanın cüz-i iradesine bu kadar bir hisse düşüyor.
O halde insan, yaptığı ibadet ile övünemez, ancak bu şerefe mazhar olduğu için Rabb’ine şükreder.
İRADE İMTİHANI
Rabbimiz bilinmek ve tanınmak diledi ve bu varlık âlemini yarattı.
İlâhî irade nelerin nasıl olmasını dilemişse hepsi o iradeye uygun olarak şekillendi, bezendi, donandı ve varlık sahasında boy gösterdiler.
O’nun iradesine kim karşı koyabilirdi!
Cinler mi melek olacağız diyebileceklerdi?
Hayvan mı, ben insan olacağım, diye diretecekti?
Dünyaya, durması yasaklanmıştı. İstirahat yüzü görmeyecekti, tâ kıyamete kadar.
Hiçbir varlık, bu âleme geleceği zamanı da kendisi tayin etmiş değildi. Öyle olmasa, bugünkü koyunlar, hiç âhir zaman insanlarına gıda olmak isterler miydi?
Bir noktanın koordinatları belirlenmiş ise, grafikte alacağı yer de belli demektir.
Bütün mahlûkat da iki eksene bağlı: Zaman ve mekân.
Hangi zaman ve mekânda yaratılacağı belirlenmiş…
Varlık âlemi içerisinde insan ayrı bir ihsana mazhar. Ona cüz’i irade verilmiş.
Gerçekten irade büyük bir lütuf.
Örümceğin bir ağı vardır, başka bir şey örmeyi dileyemez. İpek böceği de ağdan anlamaz.
Ama insan öyle mi? Elinden, iğne de çıkıyor, füze de... Fikrinden, nice farklı, hatta birbirine zıt kitaplar doğabiliyor.
Kul olduğunu bilen ve bunun şuuruna eren insan, kendi cüz’i iradesini Rabbinin küllî iradesine tâbi kılar. Yani, O neden razı oluyorsa onu yapar; neye rızası yoksa ondan kaçar.
Cenâb-ı Hakk bu irade imtihanını başarabilen kullarını ebedî Cennetle lütuflandıracaktır. İradelerini O’na isyanda kullananlar için de bir ebedî Cehennem takdir etmiştir.
Geliniz o azap diyarına uğramamak için irademizi hayırda kullanalım...
Böyle yaparsak cennetleri çok gerilerde bırakan rızaya kavuşuruz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar