"Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler." Yanlış anlaşılabilen nakillere ışık tutan bu hakikati, devamıyla, tafsilatlı izah eder misiniz?

Soru Detayı

- Bu paragraf, zamanımızda yanlış anlaşılabilen bazı nakillere ışık tutan önemli bir hakikattir. Hatta seferilik mevzu dahi bu mana ve muhtevayla asrın ihtiyacına binaen daha rahat çözülebilir.
- Dolayısıyla bu paragrafın teferruatlı izahını yapabilirseniz, buna mümasil ihtilaflara ışık tutabiliriz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Şimdi, Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:

"Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbâtlarına tatbik etmişler. Mesela, merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuât-ı Mehdiye ve Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civârında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevisine veya temsil ettikleri cemaate âit âsâr-ı azîmeyi o eşhâsın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik, bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hatta o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hatta kendisi de bidayeten deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı ahir zaman tanınabilir."(1)

Hadis ravileri ve bu hadisleri şerh edenler, hadiste geçen mânaları kendi zamanlarına ve bulundukları mekânlara göre değerlendirmişler ve ona göre hüküm vermişler. Mehdi ve Süfyan gibi ahir zaman şahıslarının Şam’da veya Medine’de zuhur edeceğine dair hadis-i şeriflere yapılan şerhler ve bazı teviller hadis metninden zannedilmiş ve ona göre hüküm verilmiş.

Burada dikkat çekilen diğer konu ise, "şahs-ı manevi"dir.

Nasıl ki her sistemin ve her cereyanın bir temsilcisi, bir de tabileri vardır. Bunun gibi deccalizm ve süfyanizmin de bir temsilcisi ve sistemi vardır. Bu nedenle deccal ve süfyan birer şahıstır. Bunların kurduğu sistemler ve usuller ise şahs-ı manevileridir. Bu şahs-ı manevi adına yapılan her kötülük, her günah, her hata onların da hesabına geçer. Çünkü sebep olan yapan gibidir.

Nitekim mehdilik de öyledir. Mehdilik şahs-ı manevisini temsil eden bir şahıs olmakla beraber, onun cemaati de onun şahsı manevisidir.

İşte bunların şahs-ı manevilerinin yapacağı bütün harika işleri, sanki bir kişi yapacakmış gibi anlaşılmış ve onu insanüstü bir varlık olarak görmüşlerdir.

Sualin diğer yönüne gelince:

İslam dininin Kur’an, sünnet, icma ve kıyas-ı fukaha (fakihlerin içtihatları) olmak üzere dört ana kaynağı vardır.

Kitap'tan maksat Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'de herhangi bir meselenin hükmü sarih olarak belirtilmişse, o hükümle amel edilmesi kesinlik arzeder. O hükümden başkasına itibar edilmez.

Sünnet, Allah Resûlünün (asm) söz, fiil, emir, hareket ve takrirlerinin bütününü ifade eder. Sünnet, Kur’an’dan sonra ikinci ana kaynaktır.

Resul-i Ekrem’in (asm) sünnetleri akvalî, ef’alî ve ahvalî olmak üzere üç kısma ayrılır.

Akvalî Sünnet: Hz. Peygamberin (asm) çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerin bütününü ifade eder.

Ef’alî Sünnet: Hz. Peygamber’in (asm), namazı nasıl kıldığı ve haccı nasıl yaptığı gibi farzlardan, yemek, içmek ve uyumak adabına kadar bütün fiilleridir.

Ahvalî Sünnet: Habib-i Edib Efendimizin (asm) hayatıyla sergilediği numune halleridir. Allah Resülü’nün sahabelerinden gördüğü veya işittiği bir işi güzel görmesi veya sükût etmesi de ahvalî sünnete girmektedir.

Bütün hareketleri, oturup kalkması, konuşması, yiyip içmesi, uyuması, tebessümü hasılı hayatının bütün tafsilatı en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınan yegâne insan Hz. Muhammed’dir (asm). Bu cihetle de onun insanlık âleminde hiçbir eşi ve dengi yoktur. Onun hiçbir sünneti eskimez, ondan asla bezilmez.

Kâinatın Fahr-i Ebedisi, hiçbir zaman sönmeyen ve daima tazeliğini muhafaza eden bir nurdur. Allah Resulü’nün (asm) bütün hareketleri itidal üzere olup, hayatı boyunca kendisinden hikmetsiz, faydasız ve abes bir şey zuhur etmemiştir. Resulullah Efendimiz (asm) her hareketinde, her işinde, her tavrında, bütün sözlerinde ve hatta sükûtunda nice hikmetler ve alınacak birçok dersler ve ibretler vardır.

“...Ne mutlu o kimseye ki, sünnet-i seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, sünnet-i seniyyeyi takdir etmeyip, bid’alara giriyor.”(2)

Bu uçsuz bucaksız kâinatın Ezelî ve Ebedî Halık’ını tanımak için Kur’ân-ı Mucizü'l Beyan'a, onun birinci müfessiri olan Resul-i Ekrem Efendimizin sünnetlerine, Kur’ân’ın nurlu yolunda yürüyen, ehl-isünnet çizgisinden ayrılmayan, sünnetleri kendilerine rehber edinen mürşid ve âlimlere, onların telif ettikleri tefsirlere ve eserlere ihtiyaç vardır.

İcmâ ise, müctehid ve fâkihlerin herhangi bir husus üzerine ittifak etmeleridir.

Kıyasa gelince, hakkında ayet, hadis ve icmâ gibi hükümlerin olmadığı herhangi bir meseleyi, ehli olanların vuzuha kavuşturmasıdır.

İslâm dini bunlara ilaveten örf ve âdetlere de yer vermektedir. Yani Kur'an ve sünnette hükmü belirtilmemiş herhangi bir konuda, Kur'an ve sünnete aykırı olmayan örf ve âdetlere müracaat edilir.(3)

Dolayısıyla örf ve âdetle hükme bağlanan herhangi bir hususta örf ve âdet değişirse o hüküm de değişir.

Mesela, bir zamanlar erkek için örfe binaen baş açık gezmek çok çirkin ve kerih sayılmakta, hatta Şafiî mezhebine göre fıska sebeb olarak gösterilmekteydi. Ancak bugün değişen örfe göre bir erkeğin başı açık gezmesinde herhangi bir sakınca yoktur ve fıska sebeb teşkil etmez.

Yine kağıt paralar zekâta tâbi tutulmaz iken, bugün bunlar da aynen altın ve gümüşde olduğu gibi zekâta tâbi tutulmaktadır. "Zamanın değişmesiyle hükümler değişir." sözünün manası yukarıda belirttiğimiz konulara hamledilebilir, yoksa maazallah, zamanın değişmesiyle Kur'an ve sünnetin hükmü değişiyor, demek mümkün değildir.

Diğer taraftan Peygamberimiz (asm)'in hadisleri, hüküm bakımından her zaman geçerli olmakla beraber, bu hükmün uygulanması için toplumun şartları belirleyici olabilir. Mesela, İslam'ın ilk yıllarında Peygamberimiz (asm) kabir ziyaretlerini yasaklamıştır. Daha sonra tevhid inancı insanların hayatına yerleşince serbest bırakmıştır.(4)

Günümüzde de kabirleri kutsal sayan müşrik toplumlar olursa, bunlar İslam'a girdikleri takdirde aynı metot uygulanacaktır. Öncelikle bu insanların kabir ziyaretleri yasaklanır ve tevhid inancı o topluma yerleştikten sonra serbest bırakılır.

Yine Peygamberimiz (asm) kurban etinin üç günden fazla evde bulundurulmasını yasaklamıştır. Çünkü o yıl halk arasında kıtlık hakimdi ve bir çok insan yiyecek sıkıntısı içerisindeydi. Ancak ertesi yıl bolluk olunca, isteyenin istediği kadar eti evinde bulundurmayı serbest bırakmıştır.

Bütün bu örnekler gösteriyor ki Peygamberimiz (asm)'in hiçbir hadisinin hükmü kalkmamıştır; şartlar yerine geldiği takdirde her sözü ve hareketi uygulanır.

Seferi namazın ölçüsünü veren Peygamber (asm) olduğu için değiştirilmez. Çünkü herhangi bir meselenin hükmü ile ilgili bir nass bulunsa, hakkında ictihad ve mütalaa yapılmaz. Kasrın -seferde namazı kısaltmanın- illeti seferdir, meşakkat değildir.

Ancak seferiliğin illeti konusunda ihtilaf olduğu için iki ayrı görüş vardır:

- Mesafeyi illet kabul ederek onu esas alanlar. Bu anlayışa göre 90 km. kadar bir yolculuğa çıkılırsa seferi sayılacağından namazlarını kısaltır.

- Zamanı illet kabul ederek onu esas alanlar. Bunlara göre üç gün yolculuk yapmak kişiyi seferi yapar. Ancak bu durumda namazlarını kısaltır, yoksa kısaltamazlar.

Kişi bu iki görüşten hangisini tercih ederse onunla amel edebilir.

Dipnotlar:

1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal.

2) bk. Lem’alar, On Birinci Lem'a, Beşinci Nükte.
3) bk. Usûl'ü Fıkh. Muhammet! Sevvid. II, 101.
4) bk. bk. Müslim, Cenâiz, 106, Edâhi, 37; Ebû Dâvud, Cenâiz 77, Eşribe, 7.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 3.166
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

nurcu56
Bin barekallah bu cevaba, Dr. Ahmet Çolak'ın daha çok cevaplarını görmek isteriz. Allah razı olsun.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Abdulkadi

Takrir meselesine Efendimiz asv zamanından bir kac ornek verebilirmisiniz.

Değerli Kardeşimiz;
Takriri sünnet:
Hz. Peygamber'in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir. Çünkü Allah
'ın Rasûlü bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği halde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum onun bu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir. Meselâ; Bir gün Hz. Peygamber. kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan kork ve sabret " der. Kadın Rasûlüllah (asm)'ı tanımadan; "Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap verir. Daha sonra onun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösteren sabırdır" (Buhârî Cenâiz, 32).

Burada Allah'ın Rasûlünün kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir. Yine Amr b. el-Âs (r.a), Zâtü's-Selâsil gazvesi sırasında, çok soğuk bir gecede ihtilam olmuş, su ile yıkanırsa canının tehlikeye düşeceğini anlayınca da teyemmümle topluluğa sabah namazını kıldırdı. Gazve dönüşü durum Hz. Peygamber'e anlatılınca, Amr'a; "Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?" diye sordu. Amr; "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisâ, 4/29) âyetini hatırlayarak teyemmüm yaptığını ve namazı kıldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etmiş ve susmuştur.

İşte bu tebessüm ve susma, su bulunsa bile çok soğuk havada teyemmümle namaz kılınabileceğini gösterir (Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66).
Sorularlarisale editör
Selam ve dua ile...

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...