Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım, Yedinci İşareti biraz açar mısınız?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"YEDİNCİ İŞARET"

"Yani Üçüncü Sual: Diyorlar ki: "Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedâtın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyeti müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden mânevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?"

Üstad Hazretleri Eski Said döneminde bütün mesaisini Avrupa’nın bozuk fikirlerine cevap vermekle geçiriyordu. Hâlbuki bütün manevî hastalıkların ve illetlerin temelinde imansızlık ya da iman za’fiyeti vardır. Orası tedavi edilse, sair hastalıklar ona mebni olarak şifa bulurlar. İşte Üstad Hazretleri hem bu nokta için hem de birçok insanın kabre imansız girme tehlikesinden ve ihtimalinden dolayı bütün mesaisini iman üzerine teksif ediyor ve eski fikrî mücadele tarzını terk ediyor.

Osmanlının son dönemlerindeki bütün âlimler aşağı yukarı eski Said tarzında hareket edip, bütün mesailerini iktisadî, siyasî ve içtimaî mevzulara hasretmişler. Mehmet Akif, Mustafa Sabri, Cemaleddin Efganî, Elmalılı Hamdi Yazır gibi âlimler bunlardan bazılarıdır.

Üstad Hazretleri daha sonra bütün mesaisini iman üzerine teksif etmiştir. Dinsizlik fikrinin dünyayı kasıp kavurduğu bir hengâmda, afakî ve siyasî tarz ile mücadele etmenin nasıl vahim neticeler doğurduğu yaşanan hâdiseler ile görülmüştür.

"Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

"Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?"(1)

Felsefenin bir maksadı, bir de maksada giden vasıtaları vardır. Felsefenin maksadı kâinatın sırlarını çözmektir. Yani “neciyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz” suallerine tam ve ikna edici bir cevap bulmaktır. Bu maksada ulaşmak için de sadece aklı esas alıp, bir takım mantıkî delilleri kullanmaktır.

Felsefeciler, hakikatlere ancak akıl ve mantık kaideleri ile gidilebileceğine inanıyor, insanın, nübüvvet ve vahye muhtaç olmadığını söylüyorlar.

Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun hakikati bulamaz. Sadece varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvî hakikatler, bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki âli maksatlar ve ilahî hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim olan başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.

Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi olan dâhiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.

İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.

“Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”(Lemaât)

İnsan, şu dünyada, şiddetli ve dehşetli dalgalara maruz kalan bir sefine gibidir. Onu o müthiş dalgaların tehlikesinden kurtarıp, sahil-i selamete çıkaracak kaptanlar ise peygamberlerdir.

Felsefe ve aklın din gibi idrak edildiği aydınlanma döneminde, herkes akıl ile inancını ve düşüncesini takviye etmeye çalıştı. Yani İslam ve onun hakkaniyetini ispat etmenin yegâne yolu akıl ve mantık kabul edildi. Üstad Hazretleri de bir dönem bazı mühim hakikatleri aklî ve felsefi usul ve düsturlarla ispata çalıştı. Daha sonra felsefî ve aklî usulün çok kısır ve eksik olduğunu gördüğünü, Kur’anî ve Nebevî tarz ve usule sığındığını ifade ediyor. Nitekim Risale-i Nurlar Kur’an ve Nebevî usulün bir mahsulü ve in’ikâsıdır.

Ehl-i sünnet çerçevesinde teşekkül etmiş kelam anlayışı felsefeden çok farklılık arz eder. Ehl-i sünnet kelamında vahiy tartışmasız hâkimdir, bu noktada felsefî kelamdan ayrılıyor. Lakin insanın istidadını inkişaf ettirme noktasında bazıları aklı ön plana çıkarırken, kalp ve sair latifeleri ihmal ediyor. Bu sebeple kalp merkezli mesleği temsil eden İbn-i Arabî, akıl merkezli mesleği temsil eden Fahreddin-i Razî’yi kuru bir akılcılık yapmakla tenkid ediyor. Hâlbuki İbn-i Arabi’nin mesleği de kalbi işlettirirken, insanın mahiyetinin diğer unsurlarını ihmal ediyor.

İşte Kur’anî olan sahabe mesleği, yani Kur’an’ın marifet usulü, her iki mesleğin de kusur ve eksik noktalarını tamamlayan bir meslektir. Bu meslek insanın mahiyetindeki bütün duygu ve cihazları tam bir muvazene içinde işletip çalıştırıyor. Birisini işletirken diğerini ihmal etmiyor. Kelam, aklı çalıştırırken, kalbi ihmal ediyor. Tasavvuf ise kalbi çalıştırırken aklı ihmal ediyor. Kur’an’ın sahabe yolu ise, diğer duygularla beraber hem aklı hem kalbi tam çalıştırıp tatmin ediyor.

Bütün hak meslek ve meşreplerin temel ve esası Kur’an'dan alınmıştır. Lakin bu temel ve esasların teferruat kısımları beşerîleştiği için, Kur’an gibi tesirli olamıyor.

Kur’an ve kelam ilminin farkına Üstad Hazretleri şu şekilde işaret ediyor:

"Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:"

"Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:"

"Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
وَفِى كُلِّ شىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌHer şeyde Allah’ın birliğini gösteren bir delil vardır.” düsturunu herşeye okutturuyor."

"Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım.

(2) bk. a.g.e., Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...