Hayatın, "kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan olması"nı açar mısınız?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-ı Kayyûma baktığı cihetle baktım. Gördüm ki mahiyet-i hayatım esmâ-i İlâhiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyûmun mânidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım."(1)

Çeşitli elektronik cihazların teşhir edildiği büyük bir fuara giren insan, her birinde ayrı bir maharet, ayrı bir ilim ve ayrı bir hususiyet görür. İnsan bu cihazları inceledikçe hem ilim ve marifeti artar hem de onları yapan ustalara karşı büyük bir hayranlık duyar.

Lakin bu cihaz ve makinaların hepsi elektrik ile çalıştığı için, elektrik kesilse hepsinin nuru söner, gider.

İnsan da kendisinde nice latifelerin, harika cihazların, eşsiz duyguların teşhir edildiği bir fuardaki makineler gibidir. Hayat ise bu makine ve cihazları çalıştıran elektrik gibidir. Eğer hayat olmasa bunların hiçbir mânası ve ehemmiyeti olmaz.

İnsan Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tanıyıp bilecek çok yüksek bir mahiyette ve büyük bir istidatta yaratılmıştır. Mesela; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duygusu ile Allah’ın Kerim ve Muhsin isimlerini, cüz’î iradesi ile Allah’ın küllî irade sıfatını, cüz’î ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve her bir duygu aynı zamanda Allah’ın isimlerine açılan birer kapı ve birer pencere hükmündedir.

İnsanın gözü Allah’ın Basar sıfatının, kulağı Sem’ sıfatının, konuşması Kelam sıfatının, şekli Musavvir isminin bir tecellisidir. Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakışlarını, cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan pencereler hükmündedir. İnsan bu âza ve duygular sayesinde kâinattaki ilahî hediye ve ikramları tadabiliyor, ölçebiliyor, kıyasla takdir edebiliyor.

On Birinci Söz’de hayatın mahiyeti hakkındaki tariflerin birinde; “hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyası” olduğu buyurulur. İnsanın mahiyeti, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını ve şuûnatını tanıyabilecek bir istidada sahip kılınmıştır. Bu istidadını kullanabilmesi için kendisinde bulunan sıfatlara, hallere, kabiliyetlere vakıf olmuş, daha sonra bunlara kıyas ile Allah’ın sıfat ve şuûnatını bilmenin kapısını çalmıştır.

İnsan bakırı terbiye ederek, meselâ, tencere yaptığında, “Ben bu madenden bir ev aleti yaptım, Cenâb-ı Hak ise elementlerden benim vücut binamı yapıyor. Ben pamuktan eldiven yapıyorum, Rabbim ise yediğim gıdalardan benim ellerimi dokuyor.” diye düşünür. Daha sonra düşüncesini şöyle sürdürür: Dünya güneşten koptuğunda ne bakır vardı, ne pamuk. O ateş parçasını terbiye ederek bugünkü dünyamızı yaratan Allah, arıyı bal verecek şekilde, ağacı meyve verecek şekilde terbiye ettiği gibi, bana da ilme ve san’ata bir istidat verdi ve ben bu eserleri o istidat ile yapıyorum.

Böyle düşünmekle kendisinin mevhum rububiyetinden vazgeçer, kendisini de yaptığı eserlerini de Rabbü’l-âlemin olan Allah’ın birer ihsanı bilir.

Kudret ve ilim de böyledir. İnsan sonradan yaratıldığı gibi kudreti ve ilmi de sonradan verilmiştir. İnsan bu iki sıfat sayesinde dünyada çok işler görür, çok şeyler öğrenir. Sonunda ölümü tatmakla bunları gerilerde bırakarak, kabir âlemine ancak iman, marifet ve ibadetini götürür.

“Hem şuûn ve sıfat-ı İlâhiyenin mikyası” (11. Söz)

Mikyas, “kıyas aleti, mukayese aleti” demektir. İnsan, kendisine verilen ilim, irade, kudret gibi sıfatları vahid-i kıyasî olarak değerlendirip, Allah’ın sıfatlarını onlarla bildiği gibi, yine ruhuna takılan “merhamet, gazap, şefkat” gibi şuûnatla da Allah’ın şuûnatını bir derece bilebilir. Bir derece diyoruz, çünkü insan ruhu mahlûk olduğu gibi, o ruha takılan bütün sıfatlar ve şuûnat da mahlûktur. Allah’ın Zât’ı hiçbir mahlûkuna benzemediği gibi, onun sıfatları ve şuûnatı da mahlûkatın sıfat ve şuûnatına benzemez. Bu ehemmiyetli nokta unutulmamak şartıyla, bir insan kendi varlığını doğru değerlendirerek, Hâlık’ını sıfat ve şuûnatıyla tanıma imkânına sahip olabilmektedir.

“Kâinattaki âlemlerin mizanı” (11. Söz)

İnsan, renkler ve şekiller âlemini gözüyle tartıp hangisinin diğerinden daha büyük, daha parlak yahut hangisinin hangi renklere sahip olduğunu bildiği gibi, tatlar âlemini diliyle, kokular âlemini burnuyla tartmaktadır. Öte yandan, insan aklı bütün bu âlemlerdeki hikmetleri tartan bir mizan gibidir.

Sinekten tutun, galaksilere kadar her bir mahlûk bir rahmet hazinesi ve hikmet definesi olup, onların tümü Cenâb-ı Hakk’ın gizli hazineleri olan güzel isimlerinin tecellileridirler. İşte insan, akıl sayesinde bu tılsımlı defineleri açıyor, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okuyor.

Meselâ; bir rahmet hazinesi ve bir hikmet definesi olan yağmurlara bakalım ve akıl anahtarı ile onda saklanmış olan ilahî isimleri keşfetmeye çalışalım:

Kâinat kitabının okuyucusu makamında olan insana, şu varlık âleminde teşhir edilen bütün esmâ tecellilerini seyredebilmesi için, birtakım cihazlar verilmiştir. İnsana irade verilmeseydi Allah’ın irade sıfatının bilinmesi mümkün olmazdı. Keza, görme sıfatı verilmeseydi Basîr ismi, kudret sıfatı verilmeseydi “Kadîr” ismi, merhameti olmasa “Rahman”, “Rahim” isimleri, başkalarına ikram ve ihsanda bulunma kabiliyeti olmasaydı “Kerim” ve “Muhsin” isimleri bilinmezdi.

“Esma-i İlâhiye’nin definelerini açmak” ifadesi, bu definelerden gelen mahlûkatı ve hâdisatı seyretmek, bilmek, değerlendirmek mânâsınadır.

Mesela, tat alma duyusu bir anahtardır. Bütün yiyecek ve içecekler de bu anahtarın açacağı bir âlemdir. Bu âlemde mânasını ve hükmünü gösteren ilahî isimler de Rezzak, Kerim, Muhsin, Mü’nim vesaire isimlerdir. Elma, armut, üzüm, kavun, karpuz gibi ihsan ve ikramlar, ancak tat alma duyumuz ile bilinebilir.

“Esma-i ilahiyeye ait garaibin fihristesi” (11. Söz)

Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve onların bütün tecellileri harikadır, gariptir. Bunlar insanda fihriste olarak sıralanmış gibidir. Yaratmak, sûret vermek, hayat vermek, hissiyatla donatmak, ruhlara münasip bedenler yaratmak, organlar takmak,…, birer İlâhî fiildirler. Bunların hepsinin de yaratılmaları Allah’a mahsustur ve bütün bunlar Allah’ın isimlerinin tecellileriyle ortaya çıkarlar. Varlık âlemine serpilen bu tecellilerin hepsinden insanda da bir numune yaratılmıştır. O da var edilmiş, o da hayata kavuşmuş, o da rızıklanmış, onun da ruhu hissiyatla, bedeni organlarla teçhiz edilmiştir ve hakeza…

İnsan kâinatın bir fihristesidir. Üstadın buyurduğu gibi; “Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.” Yine Nur Külliyatında, insanın kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan, vücudundaki muhtelif akıntıların nehirlerden haber verdiği ifade edilir. Bu âlem-i kebirdeki elementler küçük mikyasta insan bedeninde de yer aldığı gibi, o büyük âlemdeki Levh-i Mahfuz'un bir küçük numunesi insanın hafızası, âlem-i misalin bir numunesi insanın hayalidir. Âlem-i kebirin meleklerle adeta dolup taşmasının bir küçük numunesi de insan ruhunda binlerle hissiyatın kaynaşmasıdır.

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 3.129
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Adem68474

Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.”İNSANDA OLUP ALEMDE OLMAYAN NUMUNELRR VAR MIDIR

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale
Tersinden düşünecek olursak yoktur. 
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...