"Hayır" ve "Şer" ne demektir? "Halk-ı şer" ve "Kesb-i şer" ile münasebeti nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Hayır; “meşru iş, faydalı amel, iyilik” demektir.
Şer ise, onun zıddı olup “zararlı iş, kötülük” manasına gelir.
“Halk-ı şer”: Şerrin yaratılması.
“Kesb-i şer”: Şerrin kazanılması, yapılması, işlenmesi. İnsan iradesinin şerre yönelmesi.”
“Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.” (Sözler)
Hayır ve şer Allah’tandır. Hayrı da şerri de yaratan ancak O’dur. Lâkin hayra rızası var, şerre ise yoktur.
Hayır ve şer, yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla ilgilidir. Yâni, fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alâkalıdır. Şöyle ki;
Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiildir. Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, yapılan iş, İslâm’a uygun ise "hayır", aksi halde "şer" olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilir.
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î iradesini o işi yapmaya sar feder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil "hayır" olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde?.. Evet aksi halde... cümlenin sonunu nasıl getireceğiz?”
Meselâ: Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık hammaddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nundur. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır” olur, haramsa “şer” olur. Hayrı da O yaratır, şerri de.
Şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir.
Konuşma bir fiildir. İnsan isterse doğru konuşur, isterse yalan söyler, gıybet eder, birine iftira atar ve çirkin sözler söyler. O fiilleri yaratan Allah’tır ama istimal eden kuldur ve mesuliyet onundur. Zira irade kulun elindedir, Allah’ın şerre rızası yoktur.
Aynı şekilde ayağımızı yürüyecek biçimde terbiye eden ve yürümeyi yaratan Allah’tır. Kul isterse camiye doğru yürür, isterse şer bir yere. Birincisinde sevap alır, ikincisinde ise günaha girer. “Benim suçum ne? Kaderim de olmasaydı, ben de buraya gelmezdim” diyemez, dese de bir mânâ ifade etmez. Diğer bütün fiillerimizi bu şekilde düşünebiliriz. İsteyen kul, yaratan Allah’tır.
Şerlerin yaratılması şer değildir, şerlerin işlenmesi şerdir. Kişi bıçak ile kurban keserse sevap kazanır, insan keserse katil olur.
Yağmurun yağdırılmasında binlerce güzel neticeler vardır. Yağmurdan zarar görenler, yağmura ‘rahmet değildir’ diyemez.
Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir.
Suç işlemek şerdir, ama suçluyu hapse atmak şer değildir.
Bütün ilâhî isimler gibi, bütün ilâhî fiiller de güzeldirler. Hâlık ismi güzel olduğu gibi, yaratma fiili de güzeldir. Rezzak ismi güzel olduğu gibi rızıklar da güzeldirler.
Dalâlet fırkalarından birisi olan Mutezile mezhebinde, şerrin yaratılması, şer telâkki edilir. Buna göre, canilere ceza vermeyi şer kabul etmek gerekiyor.
İnsanın kanındaki alyuvar ve akyuvarları yaratan Allah olduğu gibi, onun manevî kalbinde hidayet ve dalâleti de yaratan yine O’dur. Hidayet hayırdır, dalâlet ise şerdir. Bunların her ikisine de kulun kendisi talip olur. Ve yine bunların her ikisini de Allah yaratır.
Bu imtihan meydanının bir gereği de “bir kul, hayır olsun, şer olsun her neyi isterse” Allah’ın onu yaratması değil midir? Hidayet yolunu tercih edenlerde Hâdi, yani hidayete erdirici ismi, sapık yollara girenlerde ise Mudil, yani “dalâlete düşürücü” ismi tecelli eder. Birincilere yolun doğrusu gösterilmiş, ikincilere ise arzu ettikleri yanlış yol açılmış ve geçmelerine izin verilmiştir. Her iki isim de, her iki tecelli de güzeldirler. Güzel olmayan, hidayeti bırakıp dalâleti tercih etmek, onu istemek, ona yönelmektir.
Nur Külliyatı’nda bu hakikat açıklanırken enteresan bir misal verilir: Ateş.
Ateşin yaratılması şer değildir; ateşin binlerce faydası bunu ispat eder. Şer olan, ateşe temas etmek, onunla yangın çıkarmaktır.
Bu misalin en dikkat çekici yönü, şeytanın da ateşten yaratılmış olmasıdır. Demek ki, ateşe dokunmak gibi, şeytana uymak da şerdir. Yoksa şeytanların yaratılması şer değildir. Zira bütün manevî terakkilerin temelinde, nefis ve şeytanla cihat etmek yatar.
Şeytan ateşten yaratıldı, kendini üstün görüp kibirlendi, Hz. Âdem’e secde etmediği için İlahi rahmetten kovuldu ve arzusu üzerine kendisine insanları saptırması için kıyamete kadar izin verildi. Ona dokunan ve ona uyan yanar, dokunmayan, uymayan ve mücadele eden manen terakki eder, Rabbinin rızasına nail olur.
Ocağın büyük gözünde yemek pişer, küçüğünde çorba. Şeytan ve nefis de iki ateş gibi. Onlara dokunan yanar, dokunmayan hem yemeğini pişirir hem de manen pişer. Elini yakan kişi, ateşi kendine şer yapar, ateşin yaratılışı şerdir diyemez.
Ateşin en büyük ve en mühim vazifesi; cehennemde kâfirleri, müşrikleri ve din düşmanlarını yakmak olacaktır.
Şeytanlar, meleklere ve hayvanlara musallat olmadığı için onların makamları sabittir. Eğer Şeytan yaratılmasaydı ve nefis olmasaydı insanın manen terakki edip en yüksek mertebelere çıkması, kemale ermesi mümkün olmazdı, dereceleri de melekler gibi sabit kalırdı. Elmas ve kömür hükmündeki kabiliyetler aynı mertebede olurdu. Kabiliyetler nefis ve şeytan ile mücahede sayesinde inkişaf etmektedir.
İçeriden nefis, dışarıdan şeytan... Bu iki düşmana rağmen istikamet yolunda giden insan, manen çok terakki eder. Onun ruh ikliminde nice çiçekler açar, nice meyveler yetişir.
Bu müsabaka meydanında firavunlardan enbiyaya kadar uzun bir terakki mesafesi vardır. Nefis ve Şeytanla mücadele cennet gibi ebedi bir saadeti netice verir. Bu hikmete binaen, şerlerin yaratılması şer değildir, şerri işlemek şerdir.
Şu da var ki, insanlar, çoğu zaman, "şer" kelimesini kendi hoşlarına gitmeyen, rahatlarını kaçıran ve huzurlarını bozan şeyler için kullanırlar. Hâlbuki bu hâdiseler insan için birer imtihan vesilesi, birer terakki vesilesidir. İnsanoğlu bu şerlerin altında nice hayırlar bulunduğunu bilemez ve sabırsızlık göstererek şikâyet yolunu tutar ve böylece onları kendi hakkında şerre çevirir.
İnsanın bu kısa nazarı ve bu yanlış tutumu, cihatla ilgili bir âyet-i kerimede şöyle sergilenir.
“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, hâlbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara Suresi, 2/216)
Demek ki, hoşlanmadığımız ve şer sandığımız birçok hâdise, gerçekte hayrı netice verebilmektedir; hastalığın günahlara kefaret olması gibi. Bazen de hoşlandığımız şeylerin hakkımızda şer olduğunu görüyoruz; servet ve makamın kibir ve gurura yol açması gibi.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Hayır" kelimesinin ıstılahi manası nedir, insan hayrı nasıl ister? Neyin hayır olup olmadığını nasıl bileceğiz?
Dilimize Arapça'dan geçmiş olan bu kelimenin aslı "hayr" olup; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibâdet ve mal gibi manalara gelir. Zıt anlamı ise, şerdir.
Aynı kelimeden türemiş olan "hayrât"; beğenilen ve öğülen hasletler, sevap kazanmak için Allah rızası yolunda yapılan iyiliklere denir. Başkalarına maddî ve manevî yönden yararlı olan kimselere de, hayır sahibi manası gelen "ehl-i hayr" denir.
Hayır iki türlüdür. Birincisi "mutlak hayır" olup, herkes tarafından dâima beğenilen, sevilen ve herkese göre iyi olandır. Adâlet, yardımlaşma, cömertlik ve doğruluk gibi... Allah'ın bizler için hayır gördüğü her şey.
Cenâb-ı Hak, kullarının yapmış olduğu hiçbir hayrı boşa çıkarmayacağını açıkladığı bu âyetlerde geçen "hayr''dan maksat, iyilik, cömertlik, ibâdet ve nütün salih amellerdir. Rabbimizin hoşnut olduğu bu filler ve hasletler, kullar tarafından da rağbet edilen ve benimsenen hasletler olmaları hasebiyle, mutlak mânada hayırdırlar.
İkinci tür hayır, "Mukayyed hayır"dır. Yani kişiden kişiye değişen, birine göre hayır, bir başkasına göre şer ve kötülük sayılan şeyler... Kötü yolda harcanan çok mal gibi. Bu hayır toplumların örf ve adetlerine göre değişkenlik gösterir. Bu yüzden, bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği hayır kapsamına girmez.
"Her hayır Allah’tandır" demek, hayrı icat edip onun sebeplerini ihzar edip, onu yaratmak manasındadır. Yani hayır, müspet ve vücudi bir fiil olduğu için Allah’a aittir. İnsanın hayırda icat noktasında hiç bir hissesi yoktur.
Meselâ; en büyük hayır ve en ulîibadet olan namazdaki hissemize bakalım: Dünyayı döndürüp namaz vaktini getiren Allah’tır. Abdest aldığımız suyu yaratan Allah’tır. Vücudumuzu namaz kılacak şekilde tanzim eden Allah’tır. Namaz kıldığımız mekânı yaratan Allah’tır. Okuduğumuz sureleri inzal eden Allah’tır. Kul sadece iradesini kılmakta ya da kılmamakta kullanır. Bu yüzden insan, yaptığı hayırlarda gurura kapılmamalıdır. İnsan hayra ancak dua ve talep ile sahip olabilir.
Dualarımızda hayrı mutlak manads talep etmeliyiz. Yani dua ederken bana şunu ver, bunu ver demek yerine, "benim için hayırlısı ne ise onu ver" demek daha güzel ve daha isabetli olur.
Duanın kabul şekilleri farklıdır. Allah bazen duamızdaki aynı istediğimizi verir, bazen duamızı ahiret için değerlendirir, bazen de bize zararı olacağı için sevap olarak yazar. Bu yüzden; "duama karşılık verilmedi" denilmez; belki "daha hayırlı bir şekilde kabul edildi" denmelidir.
Üstat bu hususu Yirmi Dördüncü Mektub'un Birinci Zeylinde şöyle izah ediyor:
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup'un Birinci Zeyli
Bir iş, bir hal, bir düşünce Allah’ın emir ve rızasına uygun ise hayır olarak adlandırılır. Hayrın zıddı şerdir. Hayır ve şer Allah’tandır. Yani, hayrı da, şerri de yaratan ancak O’dur.
Mesela, görmek bir fiildir. Bu fiilin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun, ışık hammaddesi O’nun, görülen bütün eşya da O’nundur. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise bu bakış hayır olur, haramsa şer olur.
Kadere imanımızı dile getirirken “Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman ettim” deriz. Yapılan iş Allah’ın rızasına uygunsa hayır, aksi halde şerdir. Her iki halde de o işi, o fiili yaratan Allah’tır.
Meselâ; konuşma bir fiildir; insan isterse doğru konuşur, isterse yalan söyler, gıybet eder, birine iftira atar ve çirkin sözler söyler. O fiilleri yaratan Allah’tır ama istimal eden kuldur ve mesuliyet onundur. Zira irade kulun elindedir, Allah’ın şerre rızası yoktur.
Aynı şekilde ayağımızı yürüyecek biçimde terbiye eden ve yürümeyi yaratan Allah’tır. Kul isterse camiye doğru yürür, isterse şer bir yere. Birincisinde sevap alır, ikincisinde ise günaha girer. Diğer bütün fiillerimizi bu şekilde düşünebiliriz. İsteyen kul, yaratan Allah’tır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.”
Şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir.
Suç işlemek şerdir, ama suçluyu hapse atmak şer değildir.
Nur Külliyatı'nda bu hakikat açıklanırken enteresan bir misâl verilir: Ateş.
Ateşin yaratılması şer değildir; ateşin binlerce faydası bunu ispat eder. Şer olan, ateşe temas etmek, onunla yangın çıkarmaktır.
Ateş misâlinin hemen ardından söz şeytana getirilir ve şöyle buyrulur:
“Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, ‘Şeytanın hilkati şerdir.’ diyemez.” (1)
Bu misâlin en dikkat çekici yönü, şeytanın da ateşten yaratılmış olmasıdır. Demek ki, ateşe dokunmak gibi, şeytanın vesveselerine kapılmak ve ona mağlûp olmak da şerdir. Yoksa şeytanların yaratılması şer değildir. Zira bütün manevî terakkilerin temelinde, nefis ve şeytanla cihat etmek yatar.
İçeriden nefis, dışarıdan şeytan... Bu iki düşmanına rağmen, istikamet yolunda giden insan, manen çok terakki eder. Onun ruh ikliminde nice çiçekler açar, nice meyveler yetişir. Demek oluyor ki, nefsin de şeytanın da yaratılmaları güzeldir; güzel olmayan, nefse uymak ve şeytana aldanmaktır.
Şunu da ifade edelim ki; her hayır ve her güzellik Allah'tandır; O’nun ihsanıdır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurulur: “Sana bir güzellik isabet ederse bu Allah’tandır, bir kötülük isabet ederse o da nefsindendir.” (Nisa Suresi, 4/79)
Bizden bir iyilik sudur ettiğinde kendimizi suyun çıktığı toprak yahut ışığın aksettiği ayna gibi görmeliyiz. “Toprak suyu yapmadığı gibi ben de bu iyiliğin gerçek faili değilim. Veya ışık aynanın malı olmadığı gibi, bu kemalat da benim değil” demeliyiz. Ancak, o iyiliğe mazhar olduğumuz için de Rabbimize şükretmeliyiz. Her kimde bir meziyet, güzellik ve kemal varsa, İlahî birer ihsandır, ikramdır.
Yüce Allah insanı en mükemmel bir şekilde terbiye etmiş, mahlûkatın en şereflisi olarak yaratmış, akıl, şuur ve nutuk gibi en büyük nimetleri ona ihsan etmiştir. Arıyı bal yapabilecek şekilde terbiye eden, ipek böceğini ipek dokuyabilecek biçimde yaratan, ağacı meyve verecek şekilde tanzim eden Allah, insanı da hayırlı işler yapabilecek bir fıtratta ve kabiliyette yaratmıştır. Arı balıyla, ağaç meyvesiyle, tavuk yumurtasıyla, sığır sütüyle iftihar edemeyeceği gibi, en mükemmel bir istidatta ve hayırlı işler yapabilecek bir fıtratta yaratılan insan da meziyetleriyle iftihar edemez, iyilikleriyle gururlanamaz. Zira “İnsanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” (Mesnevi-i Nuriye)
İmandan sonra en büyük bir ikram olan namaz, en mukaddes bir ibadettir ve şükrün en mükemmel bir ifadesidir. Bu ulvi davete icabet eden bir mümin, Rabbini tazim, tesbih ve zikretmiş olur. Ancak kişi bundan kendisine bir pay çıkaramaz. Çünkü dünyayı döndürüp namaz vaktini getiren Allah’tır. Abdest aldığımız suyu yaratan Allah’tır. Vücudumuzu namaz kılacak şekilde tanzim eden Allah’tır. Namaz kıldığımız mekânı yaratan Allah’tır. Okuduğumuz sureleri inzal eden yine Allah’tır. Kul sadece iradesini, namaz kılmakta ya da kılmamakta kullanır. Namaz kılmayan kişi Cenab-ı Hakk’ın bu kudsi davetine icabet etmediğinden, o âli ibadetin feyiz ve bereketinden mahrum kalmış olur.
Bütün aynalarda tecelli eden ışık, güneşten geldiği gibi, insandaki her güzellik de Allah’tan gelmektedir. İnsana düşen meziyetleriyle ve iyilikleriyle gururlanmak değil, o nimetlerden dolayı Rabbine şükretmektir. İnsana yakışan şöhret değil, tevazudur, kendini methetmek değil, istiğfardır. Yüce Allah, servet ve makamıyla, ilim ve kudretiyle gururlanan kişiye merhamet nazarıyla bakmaz.
(1) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem'a.