"Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş; vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin, mülk cihetinde, esbab dest-i kudrete perde olmuştur; izzet ve azamet öyle ister; tâ nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetinde..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş; vahdet ve celâl öyle ister."(1)

Kâinatta olup-biten her şeyin yegâne ve tek yaratıcısı Allah’tır. Sebepler, sadece basit birer vesiledir. Sebepler dünyasında yaşıyoruz... Gören ruhtur ama onun görmesine göz sebep kılınmış. Fakat ruh, zâtı itibariyle, bedene muhtaç değil... Başka âlemlerde gözsüz de görür, kulaksız da işitir, dilsiz de tadar, ayaksız da dolaşır; rüyada olduğu gibi.

Sebepler sadece birer ilâhî kanundur. O sebepler olmaksızın da o neticeler yaratılabilir. Lakin bu dünya hikmet dünyası olduğu için Cenab-ı Hak, eşyanın vücuda gelmesini bazı sebeplere bağlamış. İnsanların çoğu ülfetten dolayı bu hârika işleri düşünmeye değer bulmuyor ya da sebeplere veriyorlar.

Bütün mahlûkatı en mükemmel bir şekilde terbiye eden Allah, âdi ve basit sebeplerden hârika, mükemmel ve kusursuz varlıklar yaratmaktadır. Ağacın meyve vermesi, nutfeden insanın yaratılması, yumurtalardan civcivlerin çıkması, kafatasında saçın bitmesi gibi hârika işler, mükemmel neticeler âdi ve şuursuz sebeplerin işi olamaz. Sebepleri de onlardan meydana gelen o hârika neticeleri de yaratan sonsuz kudret sahibi Allah’tır.

Evet, toprak, hava, su ve güneş eşyanın vücuda gelmesinde birer sebeptirler. Birinin olmaması halinde istenen maksad hâsıl olmaz. Ancak o neticeler o âdi sebeplerin işi değildir. Küçük bir ceviz için koca bir ağacı vesile kılan Allah, ince bir telden kavun, karpuz yaratmaktadır.

Tohum ekmeden buğday elde edilmez ama buğdayın meydana gelmesi şuursuz toprağın işi değildir. Bir mısır tanesinden yüzlerce mısır yaratmak Allah’a hastır.

Üstad Hazretleri bir dersinde sebepleri “bir padişahın kıymettar hediyesini bize getiren miskin adama” benzetir. Padişah o hediyeyi bizzat kendisi getirip bize vermez; o makamın izzeti, perdeli iş görmeyi gerektirir. Ama biz padişahın hediyesini o hizmetçi adamın eliyle aldığımızda çok iyi biliriz ki, bu hediye bu adamın kendi malı değildir.

Zâhirde hediyeyi veren miskin adamdır, hakikatte ise padişah. Bir perdenin arkasından bize bir hediye uzatılsa, çok iyi biliriz ki hediyeyi veren o perde değildir.

Bir başka risalede ise ağaçlar tablacıya benzetilir. Bir tabla içerisinde bize ikram edilen bir nimeti, o tablanın bir ihsanı olarak kabul edemeyiz ve o nimetleri ona yerleştirip bize gönderen ikram sahibine şükrederiz. Bütün sebepler bir miskin adam yahut üzerine nimetlerin dizildiği birer tabla gibidir.

Güneşe ziya yerleştiren kudret, ağacı meyve fabrikası haline getirmiş, denizi balık imal eden muhteşem bir çiftliğe çevirmiştir. Ne ışık güneşin eseridir; ne meyve ağacın malıdır; ne de balıklar denizin hüneridirler. Bunların hepsi birer perdedirler ve “iş gören kudret-i Samedâniyedir .”

Bilindiği gibi, Samed ismi, “kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu Zât” demektir.

Meyve ve ağaç misali üzerinde konuşacak olursak, meyveyi ağaç yapamaz, zira ağaç çok şeylere muhtaçtır. Her şeyden önce, mevsime muhtaçtır; mevsimi gelmeden meyvesini veremez. Mevsimin gelmesi için de dünyayı güneş etrafında döndürecek bir kudrete muhtaçtır. O halde meyveyi yapan, ağaç değil, mevsimi getiren Zât’tır.

Keza, ağaç yağmura da muhtaçtır. Yağmur için güneşin denizi buharlaştırması, rüzgârın o bulutları taşıyıp ağacın imdadına yetiştirmesi gerekir. O halde meyveyi yapan ağaç değil; güneşi, denizi ve rüzgârı emrinde çalıştıran kudretin sahibidir.

Kısacası, meyvenin meydana gelmesi için bütün bir kâinatın birlikte çalışması gerekir. Meyveyi yapan ağaç değil, kâinatı sevk ve idare eden “kudret-i Samedâniyedir.

Kaldı ki, o ağacın kendisi de bütün bir kâinattan süzülmüş bir kudret mucizesidir. O halde, meyveyi yapan ancak ağacı yapan kudretin sahibidir. O kudret-i Samedâniye, kendini ağaç perdesinde göstermiş ve yine o kudret meyveleri o perdenin arkasında insanlara ikram edilmiştir. Elma ağacı elmaya bir sebeptir. Elma, bu ağaç vesilesi ile insana ikram edilir. Ağacın elmayı verebilmesi için güneş, hava, su, toprak gibi unsurları sevk ve idare etmesi mümkün değildir. Bu unsurları ağacın imdadına gönderen Allah’tır. Ağaç sadece bir vesiledir.

Bir insan, kendi başındaki saçları yapamazken, ağacın meyve, toprağın ağaç yaptığını nasıl iddia edebilir?!.

Ve yine insan, kendi kanında yüzen al ve akyuvarları yapmaktan âciz iken, balıkları denizin yaptığına nasıl inanabilir?!.

Hiç kimse ve hiçbir şey hakiki mânâda bir şey yapıyor değildir, zira herkesi ve her şeyi Allah yarattığı gibi, bazı şeyleri de sebeplerin eliyle yine O yaratıyor.

"Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."(2)

“Lâkin, mülk cihetinde, esbab dest-i kudrete perde olmuştur; izzet ve azamet öyle ister; tâ nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umur-u hasise ile mübaşir görülmesin."(3)

Üstad Hazretleri bu harika ifadeleriyle, Cenab-ı Hakk’ın neden her şeyi doğrudan değil de sebeplerin eliyle yarattığını ve sebepleri niçin perde yaptığını izah ediyor. Dünya hayatında imtihanın icabı olarak güzel ile çirkin, iyi ile kötü, hayır ile şer beraber ve iç içedir.

Allah’ın sonsuz izzet ve azameti ise çirkin, kötü ve şerli şeylerin yaratılmasında, araya sebepleri perde olarak koyuyor ki, şekvalar sebeplere gitsin, çirkin zannedilen şeyler onlara verilsin. Zira en çok itiraz ve isyanlar, hikmeti bilinemediği ve anlaşılamadığı için hasis yani çirkin, kötü ve şerli şeylerden sonra meydana geliyor.

Mesela, bir trafik kazasında bebeği ölen bir anne duygusuna kapılıp itiraz, hatta hakarete varan isyanlara giriyor. Şayet arada sebepler olmasa, o annenin itiraz ve isyanı doğrudan Allah’a gidecek ve O’nun sonsuz izzet ve azametine dokunacak.

İşte Allah bu itiraz ve isyanlara doğrudan hedef olmamak için araya sebepleri koymuş. Ta ki itiraz ve isyanlar sebeplere yönelsin, onlara takılıp kalsın.

Mesela; hastalık, ölüm gibi hâdiseler insana bakan yüzü ile karanlık görülebilir. Fakat Allah'a bakan yüzünde hiç bir karanlık söz konusu değildir. Sıhhat rahmet olduğu gibi, hastalık da günahlara keffaret olması itibariyle rahmettir. Hayat rahmet olduğu gibi ölüm de dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için rahmettir.

Biz aynaya ön cihetinden bakarız, arkadaki renklerle pek alâkadar olmayız, halbuki aynayı parlatan arkadaki o renklerdir. Arka yüz, eşya ve hâdiselerin bizim muhatap olduğumuz cihetleridir. Onların arkasında saklı güzellikleri göremeyince, hemen itiraz yahut şikâyet yolunu tutmayalım diye sebepler yaratılmıştır. Üstad Hazretleri, bu meseleye çok güzel bir misal olarak Azrail aleyhisselâmın ruhları kabzetmesini verir.

Ölüm, iman ehli için bu dünyadan daha güzel bir âleme göç etmektir. Bu, ölümün melekût cihetidir. Bu güzelliğin ortaya çıkmasında Azrail aleyhisselam vazife yapmaktadır. Onun vazifesi de bir perdedir, ölümün hakiki güzelliği Cenab-ı Hakk’ın Mümit (ölümü veren) isminin güzelliğidir. Bu güzellik aynanın arka yüzünde saklıdır; insanlar ise ön yüze muhatab oluyor ve ölümü bu dünyadan ayrılmak, bütün sevdiklerini terk etmek olarak görüyorlar.

İnsanlar ölümün dış yüzünü sevmedikleri ve ölümden üzüntü duydukları için bu güzel ayrılığa hastalıklar ve musibetler perde olmuşlardır.

Te’sir-i hakiki noktasından, hayır da şer de Allah’tandır; yani yaratmak Allah’a mahsustur. Hayrı Allah’a verip, şerrin yaratılmasını sebeplere vermek ehl-i sünnet itikadına zıttır. Hatta Mecusiler şerrin yaratılmasını Allah’a vermemek için Ehriman namında bir ilah tasavvur etmişlerdir. Onların böyle bir dalalete gitmelerinin sebebi; şerrin yaratılmasını şer telakki etmeleridir. Halbuki Üstad'ın veciz ifadesi ile; “Halk-ı şer, şer değil, kesb-i şer, şerdir.” yani şerri yaratmak şer değil, şerri tercih edip ona tevessül etmek şerdir.

Aslında yaratma noktasından şer ve çirkin diye bir şey yoktur. Her şey ya bizzat güzeldir ve hayırdır, ya da neticeleri itibarı ile güzeldir. Lakin insanlar bu mânayı tam göremedikleri için, Allah zahirde şer ve çirkin gibi görünen şeylerin arasına sebepleri perde olarak koymuştur. Yoksa sebepleri mûcid ve yaratıcı olarak tayin etmemiştir. Yani şerlerin yaratılması tamamen Allah’ın kudreti iledir, sebepler sadece bir perdedir. Sebeplerin perde olması haksız şekvaların ve itirazların men edilmesi içindir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 8.
(2) Sözler, 22. Söz
(3) bk.
age.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 3.621
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

zeynepyavuz

Hakiki olmayan bir tesir mi var ? Karşımdaki kişi bilerek isteyerek şuurlu bir şekilde kalbimi kırıyorsa....üzülmeme sebeb oluyorsa... yukarıdaki mana itibariyle bu hadiseye nasıl bakmalıyım ?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)

"Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş" , "Esbabda hakikî tesir-i icadî yok." ifadeleri ile sebeplerin yaratmadaki acizliği ifade ediliyor. Mesela yağmuru yaratan bulutlar değildir, kayısıyı icat eden kayısı ağacı değildir, ısı ve ışığı yoktan var edip dünyaya sevk eden güneş değildir vesaire örnekleri çoğaltabiliriz. Hakiki tesir denilince bu anlaşılmalıdır.

Hakiki olmayan tesir sebeplerin neticelere aracılık etmesi yaratılmalarına aracı olmaları anlamında değerlendirilebilir. Üzülme, sevinme, kalbin daralması, ferahlaması da bir fiil olduğu için onların yaratılma işlemi yine Allah’a aittir.

Faraza birisi senin üzülmene vesile olacak bir iş yapsa ama Allah senin kalbinde üzülme işlemini yaratmasa sen üzülemezsin. Bu durumda üzülme fiilinin yaratıcısı sebep değil Allah’tır.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...