"Her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir." Bilhassa son cümleyi izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Her bir şeyle Rabbini bulabilir. Ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. 'Öyleyse haydi ileri!' diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.”(1)
“Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir” ifadesinde her şey Allah'ın varlığını ve birliğini gösterdiği gibi, esma, sıfat ve şuunat-ı kudsiyesine de ayinedarlık eder. Bu noktada hiçbir şey huzuruna girmeye mani değildir.
Allah her yerde isim ve sıfatları ile hazır ve nazırdır; kul istediği zaman, istediği yerde O'nunla sohbet edebilir. Eğer Cenab-ı Hak ile konuşmaya ve sohbete, dua ve niyazda bulunmaya mevcudat mâni olsaydı, o zaman kâinatın perdesini kaldırmak lazım gelirdi. Halbuki Allah kendisi ile kulları arasında hiçbir şeyi perde etmemiştir. Perde, sadece kulun kendi gafletinden kaynaklanan perdedir ki, onu da tefekkür ve sağlam bir itikat ile aşabilir.
Tevhid-i hakiki;
“Her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rubûbiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya her şeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açıp O’nun birliğine ve her şey O‘nun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve Rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muîni olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip îmân getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” (Sözler, 22. Söz)
Tevhid; birleştirmek, birlemek, birlikte düşünmek demektir. “Allah’tan başka ilah (hak Ma’bud) yoktur.” mânasına gelen kelime-i tevhidde önce “Lâ ilâhe” denilerek bütün batıl mabudlar reddedilir. Bunların tamamı batıl olmakta ve ibadete layık olmamakta birleşirler. Sonra “illallah” denilerek hak Mabud’un ancak Allah olduğu beyan edilir.
İkinci Şuâ’da şu temel cümle geçer ve misallerle izahı yapılır:
"Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder.”
Verilen misallerden birisi rızık hakkındadır. Yediğimiz yemeği Allah’ın bir ihsanı olarak görürüz ve “Rezzak ancak Allah’tır” deriz. Ancak, bizimle birlikte rızıklanan yaklaşık yedi milyar insanı, bütün hayvanlar âlemini, geçmiş zamanda rızıklanan ve gelecek zamanda yaratılıp rızıklandırılacak olan bütün canlıları ve nihayet cennette ebediyen rızıklanacak bütün insanları birlikte düşündüğümüzde Rezzak isminin cemâli çok daha geniş bir aynada ve çok daha mükemmel olarak müşahede edilir.
Bu mâna bütün varlık âlemi ve bütün esmâ tecellileri için de aynen geçerlidir. Varlıkları tefekkür ederken onlara tevhid nazarıyla baktığımızda hiçbir varlığı tesadüfe, tabiata yahut batıl mabudlara veremeyiz. Rızık misaline tekrar dönecek olursak, her bir meyve üzerinde şu mühür vardır: “Ben bütün canlıları rızıklandıran Rezzak’ın bir ihsanıyım.”
İnsanların şirke düşmemeleri için Cenab-ı Hak bütün varlık âleminde birlik mühürleri koymuştur.
Bir ağacın yüzlerce dalı, binlerce yaprağı, çiçeği, meyvesi olabilir. Bu çokluk tevhid edilir ve binlerce şey bir tek kelimede toplanır: Ağaç.
Ağacı bir bütün olarak gören ve değerlendiren kimse, onun bazı dallarını yahut bir kısım meyvelerini farklı ilahlara isnad edemez. Bir ağacın iki ilahı olmaz. O ağacın çekirdeğine bütün ağacın planını kim koymuşsa, ağacı o plana göre yaratan da odur; başkası olamaz.
Biz bir ağacın tümünü birlikte görebiliyoruz ve rahatlıkla diyoruz ki, bu ağacın tamamı bir elden çıkmıştır. Ama o ağacın bir dalında yol alan bir karıncayı bir an için akıllı farz etsek, aynı bedihi kararı ondan bekleyemeyiz. Onun nazarı ağacın tümünü ihata edemediğinden farklı dalları değişik zatların eseri kabul etme hatasına düşebilir.
Ayrıca “yoksa” şartı, tevhid-i hakiki olan velayet-i kübra mesleğinin dışında kalan diğer velayet yollarına işaret ediyor olabilir.
Tevhid-i hakikî; ilim ve tahkike dayanan, şüphelerden uzak bir tevhid demektir. Her yaratılmışın, Allah’ın varlığına olduğu gibi birliğine de delil olduğunu tahkikî bir surette bilmektir.
Risale-i Nur'da huzur-u İlahî kazanmanın üç yolundan bahsedilir. Bunlardan birisi tasavvuf berzahına girmek, ikincisi ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, üçüncüsü ise Kur'an'ın tarzıdır. Kur’an’ın tarzı marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Üstadımız bu hakikati şöyle ifade etmektedir;
“İlm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar."
"Hem Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına, Fahreddin-i Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'an-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. ...”
“Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor."
"Amma Kur'an-ı Hakîm'in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَفِى كُلِّ شىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu, her şey'e okutturuyor.”(2)
Tasavvuf ve İlm-i Kelam ile elde edilen marifete Üstadımız bu ifade ile işaret ediyor; “Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir.”
Burada “yırtmak ve açmak” tabiri tasavvufta marifete ulaşmanın riyazet, çile, inziva, terk-i masiva vesaire gibi zor ve meşakkatli yollarla olabileceğine işaret ettiği gibi, ilm-i kelamda da devir ve teselsül gibi uzun ve meşkuk bir yolla olabileceğine işaret ediyor.
Halbuki Kur’an’ın tarzında bu zorluklar, tehlikeler, meşakkatlerin hiç birisi bulunmuyor. Kur’an’ın her bir ayeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor. Her şeyin üstünde tevhid-i hakikiyi ve huzur-u tammı kazandırıyor.
Kelam ve tasavvuf yoluna beşerin eli karıştığı için kâinat perdesini yırtmak, açmak zorlaşıyor, uzuyor, riskli hale geliyor, ama safi İlahî olan Kur’an yolunda bunların hiçbirisi olmuyor.
Son söz olarak;
"Hem Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına, Fahreddin-i Râzî'nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'an-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”(3)
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua, İkinci Bab.
(2) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
(3) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü