"İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
" İ'lem eyyühe'l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur. Kezalik, Allah'ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da herbirisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri birbirine halt edip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder..."(1)
İnsan bir sefere çıktığında, her gittiği beldenin şartlarına uymak durumundadır. Her iklimde aynı elbiseleri giymediği gibi, her şehirde de kendi alışageldiği yemekleri yemeyi bekleyemez.
Üstad Hazretleri bu misâl ile insanın manevî kemâlat yolculuğunda da uğradığı makamların her birinin farklı şartları olduğunu, her makamın icabını aynen yerine getirmesi iktiza ettiğini ders veriyor.
Bu ders bir yönüyle, seyr-ü sülûkun temelidir. Büyük mürşidler, müridlerinin manevî yolculuklarını takip ederler ve her bir makamda yapmaları gereken şeyleri kendilerine bildirirlerdi. Meselâ, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektûbat adlı eserinde bu manada çok mektup vardır.
Şu nokta çok mühim, bir o kadar da tehlikelidir:
Kilo vermek isteyen bir hasta bunu kendi aklına göre değil, bir diyetisyen doktorun nezaretinde yapmalıdır. Aksi halde, başka hastalıkların gelmesine davetiye çıkarmış olur.
Bilindiği gibi, nefsin yedi mertebesi var. En aşağı mertebesi nefs-i emmare, yâni kötülüğü emreden nefistir. Terakki devam ettikçe levvame, mutmaine mertebelerine geçiliyor ve bu manevî terakki yolculuğu raziye, marziye ve kâmile makamlarına eriliyor, yâni Allah’ın razı olduğu kâmil bir kul olma şerefine ulaşılıyor.
Bu makamların her birinin şartları ayrıdır. Meselâ, mutmainne makamına gelmiş bir nefisten, dünyanın fâni zevk ve sefalarının beklenmesi, bülbülden kişneme talep etmeye benzer. O nefis, raziye ve marziye makamlarına erdiğinde, artık onu âhiretin cismanî lezzetleri de tatmin etmez olur. O andelibin işi Rabbini zikir ve tesbihtir; O’nun her türlü icraatlarını rıza ile karşılamaktır. Bir sayfa gibi, kendisinde kader kalemiyle yazılacak her şeyi hoş görmek, sevmek, memnun olmaktır.
Üstad Hazretleri, bu eserin bir başka bölümünde; “hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir” buyuruyor. İnsan, yeme, içme gibi hayvanlarla müşterek ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte, bu noktada kalmamalı, terakkisini sürdürerek kalbin ve ruhun hayat mertebesine çıkmalıdır. Kalb ve ruh ne yemeyle tatmin olurlar, ne içmeyle. Onların ihtiyaçları tahkikî iman, marifet, muhabbet, güzel ahlak gibi ulvî ve manevî gıdalardır.
İnsan, cisminin de hakkını vermeli, onu besleyip büyütmeli, ama kalbini onunla meşgul etmemelidir.
Bu İ'lem’de, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanların, akıllarının almadığı ilahî icraatları hoş görmelerini ve tenkit etmemelerini tavsiye ediyor. Yani, kalbin hissettiklerini aklın red ve tenkit etmemesi gerekir.
Her latifenin işi ve zevki ayrıdır. Farklı farklı tarikatlar, mezhepler ve meşrepler hep bu sırdan gelmiştir. Her insandan veya tarikattan veya cemaatten aynı şeyi beklemek, hakikatin darlaşmasına vesile olacaktır.
Muhabbetullah ve marifetullahta yükselmek demek olan manevî seyr-i süluk'te seyahat eden mü’minin, her merhalede karşılaşacağı makamlar vardır. Bu makamlar kimi yerde havf, kimi yerde reca, kimi yerde hayret, kimi yerde heybet, kimi yerde dehşet, kimi yerde haşyet, kimi yerde azamet, kimi yerde ise rahmet karşısına çıkar. Bu makamların her birinin muktezalarına uygun hareket edilmelidir. Dehşet saçan bir manzaradan rahmet tecellisi beklenmediği gibi, rahmet tablosundan da gadab tecellisi beklenmemelidir. Bununla alâkalı misaller artırılabilir.
İnsan, manevî terakki ve seyirde, birçok makam ve mevkilere girip yükselir. Her makamın kendine mahsus şartları vardır. Sâlik, makamları birbirine karıştırıp birisini diğerinden beklerse, o zaman birçok sıkıntılara maruz kalır. Bazen alttaki bir makam, daha yüksek makamlardan bazı pırıltıları içinde bulundurabilir. Bu pırıltıya aldanıp bu makam da o makamdır demek, hakikatleri ters yüz etmek demektir.
Mesela; bir veli velayet makamlarında gezinirken, bazen makam-ı Mehdi ve makam-ı Hızır gibi yüksek makamların bazı küçük hususiyetlerini kendi cüz’î makamında görür ve yanlışa kapılarak kendisini Mehdi (ra) ve Hızır (as) zanneder.
Evliya makamları içinde bazı makamlar vardır ki, bu makamda hem mehdilik vazifesinin bazı hususiyetleri hem Kutb-u Azama yakın parlak bir mevki, hem de Hz. Hızır (as) ile görüşüp ondan ders alma gibi meziyetler bulunuyor. Üstadımızın da ifade ettiği gibi bu makama; “Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet” deniliyor.
Bu makama çıkmış bir veli yanlışlıkla mehdi olarak telakki edilebiliyor. Tarihte birçok büyük evliyanın mehdi telakki edilmesi de bu yüzdendir. Ama aslında o kişi ne Kutb-u Âzamdır ne de mehdidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Allah razı olsun çok güzel kapsamlı acıklamışsınız..diger risaleleri de anlamaya vesile oldunuz.