"İman cihât-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i belâ kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü’l-menâfi kabilinden ikinci bir nimet sayılır." Bu cümleyi devamı ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Ruh ile ceset tabiat olarak birbirine zıt varlıklardır. Ruh, nuranî ve latif bir varlıktır; ceset ise maddî ve kesif bir varlıktır. Ruh zaman ve mekân kaydından mücerrettir, ceset ise zaman ve mekân ile mukayyettir. Ruh bir anda binlerce işi tedbir ve tedvin edecek bir haysiyettedir, beden ise aynı anda iki işi yapamaz. Ruh hafif ve kayıtsızdır, beden ise hantal ve sakildir. Ruh inbisat ve tekemmül ettikçe, beden incelir, direncini yitirir ve onun gibi latif ve nuranî olmaya başlar. Ceset kalınlaşır ve hükmünü icra ederse, yani madde ve maddî kayıtlar inkişaf edip kesafet galip olursa, o zaman da ruh asliyetini kaybeder ve sakil bir hale dönüşür. Onun için ruh ile ceset iki mübayin yani zıt rakiptir. Bir insanın hayatında bu rekabeti ruh kazanırsa, yani ruh inkişaf edip hükmünü icra ederse, ceset de nuranileşir ve hatta ruh gibi hıffet bulur.
Resul-i Ekrem Efendimizin (asm.) mübarek bedeni de ruhu gibi latafet ve nuraniyet kazandığı için, miraca bedeni ile çıkmıştır. Bu yüzden, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) her bir azası ile görür ve işitirdi. Bu mertebe her insana açıktır, ama herkes o mertebelere ulaşamıyor. Yani yol açıktır, ama herkes manevî inkişafı nisbetinde yol alabilir.
Günümüzdeki ses ve görüntünün çok hızlı bir şekilde nakledilmesi, iletişim ve ulaşımın çok yüksek bir seviyeye ulaşması, yaya üç aylık bir yolu uçakla bir iki saatte kat etmek gibi şeyler, cesedin nuranileşmesine örnek olabilir. Hakikaten tonlarca ağırlıkta bir demir yığını olan uçağın, üç aylık yolu bir iki saatte gitmesi nuraniyetin cüz’i ve kesif bir misalidir.
Ruhun cesede galip olması ve hükmünü icra etmesi ancak kuvvetli ve tahkiki bir iman, marifet ve riyazet neticesinde mümkündür. İnsan maddi hayatını Kur’ân ve sünnet çerçevesine yerleştirirse ve sünnetin prensipleri ile cesedi terbiye ederse, o zaman ruh inbisat ve tekemmül eder, maddi ceset de incelip nuranileşir.
Mesela, sünnet ölçülerinde yiyip içmek, konuşmak, uyumak, malayani iş ve davranışlardan uzak durmak, güzel ahlaklı olmak, insanlara karşı mürüvvet sahibi olmak gibi haller insanı olgunlaştırır ve tekemmül ettirir. Tabi bütün bunların temeli ve esası tahkiki imanı elde etmektir. Zira bütün bunlar tahkiki iman üzerine bina olunacak şeylerdir.
Bu gibi şeylere dikkat edenler, maddenin hantal ve kesif kayıtlarından kurtulup ruh ve kalbin nuranî ve ulvî âlemlerine çıkmış, zaman ve mekânı hale taşımışlar. Celalettin Suyuti’nin uyanıkken Peygamber Efendimiz (asm) ile sohbet etmesi ve birçok evliyanın zaman ve mekân kayıtlarını delip geçmeleri, hep bu dereceye bakıyor. Kalbi keskin bir evliya müstakbeli seyredebilirken, aynı veli geçmişteki mübarek zatlarla da sohbet edebiliyor.
"Cihât-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de 'Elhamdü lillâh' demesi lazımdır. Çünkü, iman cihât-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i belâ kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü'l-menâfi kabilinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtrî bir medeniyete sahip olduğundan, cihât-ı sittede bulunan mahlûkatla alâkadar olur ve iman nimetiyle de cihât-ı sitteden istifade edebilmesi imkânı vardır."
"Binaenaleyh, ["Her nerede kıbleye yönelirseniz Allah'ın rızâsı oradadır." (Bakara, 2/115)] âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihât-ı sitteden herhangi bir cihette olursa insan tenevvür eder."
"Hattâ mü'min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu mânevî ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır."
"Ve kezâ cihât-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve mekânı geniş ve rahat bir âleme inkılâp eder. Bu büyük âlem bir insanın hanesi gibi olur ve mâzi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor."(1)
İnsanın sahip olduğu cihaz ve duygulardan öyleleri var ki, sadece maddeye ve zamanın kısa bir anı olan şimdiki haline hapis olmuyor. İnsanın bedeni maddî olduğu için, bütün âlemi bulunduğu o andır. Yani zamanın en alt birimi olan saliseye mahpus bir ömrü vardır. İnsanın maddî cephesi bir saniye geriye ya da ileri gidemez. Ama insanın ruhu, kalbi ve hayali böyle değildir. Ruh zaman ve maddenin kayıtlarından azade olduğu için, ruhun ve kalbin dairesi nerede ise bütün zamanı kuşattığı için, geçmiş ve gelecek mefhumu kalkar, âdeta şimdiki zaman gibi olur. İnsan zamanın bütün boyutlarını şimdiki zaman gibi seyreder.
İnsanın ömrü, ruh ve kalbin ömrüdür. Bu ömrün ezelden ebede uzanan hayat nurundan medet alması ise, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden hâsıl olan hayat nurudur. Tabiri caiz ise tünel ve tünel içinde uzanan tren gibidir. Tünel, trenin gitmesinde hayat rehberi gibidir.
İşte zaman ve mekânın tamamı hayat nurudur, yani tüneldir. İnsanın kalp ve ruhu da bu zaman ve mekân içinde hareket eden tren gibidir. İnsanın bedeni bu tünel içinde sadece şimdiki zaman boyutunda dolaşabilirken, ruhu bu tünelin her yerinde ve her boyutunda dolaşır. Ve insan zaman ve mekânın bütününe işaret eden altı cihetin her cihetinden istifade eder.
"Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh, felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mâzi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete maruz kaldığında şüphe yoktur."
"Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telâkki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık, itmi'nan, inşirah, binlerce 'Elhamdü lillâh' dedirten bir nimettir."(2)
Bu paragraf; iman nazarı ile bakıldığında altı cihetten nasıl istifade edileceğini izah etmektedir. Hâdiselere ve mahlûkata iman nazarı ile bakılırsa, her şey saadet ve huzur kaynağıdır. Küfür ve inkâr nazarı ile bakılırsa, her şey insana azap verir. İstifade veya azap bu bakış açısına göre oluyor.
Fıtri medeniyet tabiri ise insanın yaratılıştan sosyal bir varlık olmasına kinayedir. Evet, insan sosyal bir varlıktır, hemcinsleri ile şiddetli bir alakası vardır. Hayvanlar gibi vahşi ve hemcinslerine kayıtsız değildir. Bu yüzden insan, bütün kâinatla ve mahlûkatla alakadardır ve iman noktasından hepsinden istifade edebilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi.
(2) bk. a.g.e.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü