İnsan için kullanılan "hesaba gelmeyen" kabiliyetlerin tamamı, ahirette dolayısıyla cennette mi ortaya çıkacak, yoksa dünyada inkişaf ettiği miktarda mı orada kullanılacak?
Değerli Kardeşimiz;
Allah, insanın fıtratına ve mahiyetine, sayısız istidatlar ve meyiller yerleştirmiştir. Dünya hayatı ise; bu istidat ve meyillerin terakki ve tekemmül ettirileceği bir meydandır. İnsan, iman, marifet, ubudiyet ve tefekkür ile tekemmül ettiği ölçüde ebed yurdunda istifade edecektir. Dünya terakki ve tekemmül diyarı iken, ahiret hayatı ise sefa ve cefa yeridir.
İnsan ahirette tekemmül ve terakki etmeyecek, sadece orada, dünyada yaptığı hizmetin bedelini (mükâfat / mücazat olarak) alacaktır.
Dünya hayatı, ahiret hayatından haber veren bir vitrin, bir sergi salonu olmasından dolayı, dünyada kullanılmayıp da ahirette kullanacağımız bir duygu, bir kabiliyet söz konusu değildir. Söz konusu olan sadece keyfiyettir. Yani göz, dünyada şu kadar haz alırken, cennette bunun milyon kat daha fazlasını alacaktır. Dünya hayatı insanın sayısız kabiliyetlerini inkişaf ve tekemmül ettirmeye müsait olarak tanzim edilmiştir. Burada bu kabiliyetleri işlettireceğiz, orada da mahsulünü toplayacağız. Üstad bu manaya şu şekilde işaret ediyor:
"Sual: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ (Kişi sevdiğiyle beraberdir.) sırrınca, dost dostuyla beraber cennette bulunacaktır. Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i nebeviyede lillâh için bir muhabbet peydâ eder; o muhabbetle, cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-ı mütenâhi feyze mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?"
"Elcevap: Bir temsille şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:
"Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zat, gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat'umâtı câmi, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil ve hâkezâ, bütün havass-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek her şeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var, beraber o ziyafete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar."
"Fakat birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan, cüz'î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanayi-i garibeden anlamaz, harika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın, binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder."
"Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve lâtifeleri o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garaibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek ayrı ayrı lezzet aldığı halde, o dostla omuz omuzadır."
"Madem bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçükle en büyük beraberken, serâdan Süreyyaya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan cennette, bittarîkı'l-evlâ, dost dostuyla beraberken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânü'r-Rahîmden, istidatları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Âzamdır."
"Nasıl ki, mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarzla olduğu, ehâdisin mütenevvi rivâyâtı işaret ediyor."(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Sekizinci Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar