"Kader, ilim nevindendir. İlim, maluma tabidir. Yani, nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malum, ilme tabi değil." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Buradaki "ilim maluma tabidir" sözü; Allah’ın insanın ne yapacağını, önceden ve olmadan bilmesi manasındadır. Bu ilmin maluma tabi olmasında Allah’ın azamet ve izzetine yakışmayacak bir mana yoktur.
Âlim-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân, olmuş ve olacak her şeyi, ihtiyari ve ıztırarî bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim etmiş ve Levh-i Mahfûz’da kaydetmiştir. Hiçbir şey onun tesbit ve takdirinin dışında olamaz. Bütün varlıklar o takdire tabidir. Lakin bu durum bizleri mesuliyetten kurtaramaz.
İlm-i kelam âlimleri bu hakikati; “İlim maluma tabidir; öyle ise malum ilme tabi değildir.”, kaidesiyle izah etmişlerdir. Istılahta, ilim; bir şeyin zihindeki şekli, malum ise o şeyin hariçteki şekli olarak tarif edilir. Mesela, bizim bir çiçeği bilmemizde, o çiçeğin zihnimizdeki şekli ilim, hariçteki şekli, yani kendisi ise malumdur. İşte burada ilim, maluma tabidir, yani bir çiçek hariçte nasılsa biz de onu öylece bilmekteyiz. Yoksa çiçeği biz nasıl biliyorsak, çiçeğin kendisi o şekle uymak durumunda değildir.
Veya bir kimsenin adının Ahmed olduğunu bilmemiz ilimdir; malum, o şahsın adının Ahmed olduğudur. Böylece ilim, maluma tabi olmuştur. Malum ilme tabi olsaydı, o kimsenin adını Mehmed bildiğimizde adı Mehmed olurdu, Hasan bildiğimizde Hasan olurdu.
İlim, işlediğimiz bütün amelleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle bilmesi, malum ise işlediğimiz amellerdir. Buna göre söz konusu kaideyi şöyle ifade edebiliriz:
İnsanlar ihtiyari fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öylece bilmiştir. Yoksa Zat-ı Akdes öyle bildiği için insanlar o fiilleri öyle işlemiş değildir. Şimdi meseleye bazı misallerle biraz daha açıklık getirelim.
Güneş tutulmasının tarihini ve saatini bir astronomi âliminin önceden bilmesi ilimdir. Malum ise o tarihte güneşin tutulmasıdır. Dolayısıyla ilim, maluma tabi olmuştur. Malum, ilme tabi olsaydı, astronomi âlimi Güneş'in hangi tarihte tutulacağını bilse, Güneş tutulması da o tarihte olurdu. Şimdi acaba, o astronomi âlimi Güneş'in o tarihte tutulacağını bildiği için mi Güneş o tarihte tutuldu? Yoksa o âlim, ilmiyle Güneş'in o tarihte tutulacağı bildiği için mi yazdı? Elbette bildiği için yazdı.
İşte bir insanın, cüz’î iradesiyle işlediği bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsindedir. Yani, o insanın bütün amellerini Cenâb-ı Hak ezelde bilmektedir. Bu ilim de maluma tabidir. Malum olan, o kimsenin işlediği iyi veya kötü amelleri, yani fiilleridir. Kul o fiilleri işleyeceği için âlim-i mutlak olan Allah öylece bilmiştir. Yoksa Cenâb-ı Hak öyle bildiği için, kul da mecburen o fiilleri işlemiş değildir. Yani, malum, ilme tabi değildir.
Kulun işlediği fiil hayır ise Cenâb-ı Hak onu hayır olarak bilir; öyle de irade ve takdir eder. Kulun şer olan fiilini de Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle şer olarak bilmiş ve o şekilde takdir buyurmuştur.
Bu hakikate bir derece bakabilmemiz için gerekli kabiliyeti Rabb-i Âlâ’mız bizlere ihsan etmiştir. Onun bizlere lütfettiği ilim ve irade sıfatlarından, Hakalyakin biliyoruz ki, irade ilme tabidir. Mesela, insan bir eser yapmayı bildiğinde, iradesi bu ilme tabi olarak, eserin plan ve programını tayin eder. Daha sonra kudret de iradeye tabi olur ve insan önceden planladığı tarzda eserini inşa eder.
İşte, zaman ve mekânın yaratıcısı olan Allah, ezelî ilmiyle, bizim gerek irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri ve gerekse irademiz dışında başımızdan geçecek bütün hadiseleri bilmektedir. İşte kader, bu bilme keyfiyeti üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesiyle bizim hayat programımızı takdiri ve Levh-i Mahfûz’da tesbitidir. Bu takdir ve tesbit ilme dayanmaktadır, ilim ise maluma tabidir. Buna göre bir kul kendi cüz’î iradesiyle, ibadet etmeyi etmemeye tercih ediyorsa, elbette ki Cenâb-ı Hak onu abid olarak bilecek ve öyle takdir edecektir... Yoksa Allah Teâlâ o kulun ibadet etmesini takdir ettiği için, o ibadet ediyor değildir. Şerle ilgili fiiller de aynı şekilde değerlendirilecektir.
Mevzuya ışık tutacak birkaç misal daha verelim:
Bir komutanın yüksek bir yerden sahradaki askerlerinin hareketlerini fotoğraflarla tesbit ettiğini ve bütün konuşmalarını hassas cihazlarla kaydettiğini farzediniz. Bu komutan, daha sonra huzuruna celbettiği askerlere fotoğrafları gösterip konuşmaları bantlardan dinlettiğinde, hareketleri ve sözleri cezayı gerektiren bir nefer, "Siz benim hareketlerimi ve konuşmalarımı niçin kötü olarak tesbit ettiniz?" diyebilir mi? Dese cezaya müstahak olmaz mı? Çünkü tesbit etme fiili hadiseye tabidir. Yoksa hadise, tesbite bağlı değildir.
Şimdi şöyle bir soru soralım:
- Hadiseye tesir etmeme bakımından, yukarıdaki misalde belirtilen anında tesbit ile hadiseyi olmadan önce tesbit etme arasında ne fark vardır?
- Misaldeki komutan, neferlerin yapacakları işleri ve söyleyecekleri sözleri önceden, mesela bir rüya-i sâdıka ile bilseydi, bu bilme keyfiyeti neferler üzerinde herhangi bir tesir mi yapacaktı?
Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde bilinmesine dayanmaktadır.
Yukarıdaki misalde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hadiseler bazen anında verilmekte, bazen de geçmişte tesbit edilen hadiseler sonradan gösterilmektedir. Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilan ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara müstakbel hadiseleri tesbit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasib etse, o takdirde Levh-i Mahfûz’un küçük bir misali ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem maziyi, hem hâli, hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir kabahatini gösterse veya istikbalde bir cinayeti sergilese, "Bu cihaz böyle tesbit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da cani olamazdı." diyebilecek miyiz?
İşte, Hz. Âdem’den (a.s) kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûz’da kaydedilmiştir. Kader-i İlahi’nin bir defteri olan Levh-i Mahfûz’daki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiilleretabidir; yani nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûz’da yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değillerdir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır:
"Sen istikbalde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûz’da nasıl yazıldığını, yani mukadderatını biliyor musun?" O halde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?
Evet, her meselede, ilim maluma tabidir hakikati güneş gibi parlıyor. Kul cüz’î iradesiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesiyle o işi takdir ettiği ve fiilin işlenmesine teşebbüs anında da o işi yarattığı açıkça anlaşılıyor.
Bu hakikati izah etmek için birkaç misal daha verelim:
Bir öğretmenin yılların verdiği tecrübe ve ferasetle öğrencilerinin okula devam etme durumlarını ve sene sonunda alacakları notları önceden bildiğini ve iradesiyle öğrencilere bu notları takdir ederek not defterine kaydettiğini farzediniz. Sene sonu imtihanının tam tamına öğretmenin ilminde mevcut olan tarzda neticelenmesi hâlinde söz konusu öğretmen, öğrencilere hitaben: "Ben neticelerin böyle olacağını ta sene başında biliyordum." dese, zayıf not alan öğrenciler: "O halde bizim ne kabahatimiz var? Siz bizi çalışkan olarak bilseydiniz, biz de sınıfımızı geçerdik." diyebilirler mi?
İşte bu misalde sınıftaki öğrencilerin hangilerinin başarılı olup, hangilerinin sınıfta kalacağını öğretmenin önceden bilmesi ilimdir ve onun kemaline delildir. Malum ise, öğrencilerin çalışıp çalışmamalarıdır. Dolayısıyla ilim, maluma tabi olmuştur. Malum, ilme tabi olsaydı, öğretmenin çalışkan bildiği talebeler ister istemez derslerine çalışacaklar, tembel bildikleri ise bütün arzularına rağmen çalışamayacaklardı. Yâni, öğretmenin ilmi öğrencilerden bir kısmını zorla çalışmaya, diğer kısmını ise çalışmamaya sevk edecekti.
Veli bir hâkim düşününüz. Bu zat, kerametiyle, adliye önünden geçen bir adamın hırsızlık etmeye gittiğini keşfederek o şahsın cezasını takdir etse ve kayda geçse, biraz sonra hâkimin keşfettiği aynı suçu işleyerek mahkemeye getirilen bu adama, hâkim, suçunun karşılığı olan cezasını tebliğ edip bu cezadan bir miktarını da affettiğini bildirse, elbette ki hırsız, hâkime teşekkür edecek minnettar kalacaktır.
Suçlu, mahkemeden çıkarken hâkim kendisine şöyle hitap etse: "Ben senin bu suçu işleyeceğini önceden biliyordum ve sen o suçu işlemeden cezanı da takdir etmiştim." Bu takdirde suçlu, hâkime diyebilir mi ki, "O halde benim ne kabahatim var? Siz benim bu suçu işleyeceğimi bildiğiniz için ben suç işledim. Dolayısıyla beraat etmem gerekir."
Bu haddini bilmez hırsızın, gülünç durumuna düşmemek istiyorsak, cüz’î ihtiyârımızla işlediğimiz kötü işlerde kadere yapışmayalım.
Hem mesela, Peygamber Efendimiz (sav.) İstanbul’un fethedileceğini de ahir zaman hadiselerini de bilmiş ve ümmetine haber vermiştir. Bu ilim, maluma tabidir. Onun içindir ki, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed’in fethettiğinden bahsediyor ve ahir zaman fitnesine kapılanlardan da nefret ediyoruz. Malum, ilme tabi olsaydı, İstanbul’u Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) fethettiğinden ve âhir zaman hadiselerine -haşa- onun sebebiyet verdiğinden bahsetmemiz lâzım gelirdi. Zamandan münezzeh olan Cenâb-ı Hak, her şeyi ihata eden ilmiyle istikbâlde insanların başına gelecek hadiseleri elbette bilecektir. Bu bilme bizi mesuliyetten kurtarmaz.
Bunun aksini düşünenlerin iddiaları neticede şu noktaya varmaktadır: Hazret-i Allah, başımıza gelecek hadiseleri önceden -haşa- bilmeyecek, yani o Âlim-i Mutlak, herhangi bir fiili işlememizden sonra o meseleye vakıf olacak ki, o zaman mesul olalım...
Böyle düşünen kimseleri, bu yanlış düşünceye sevkeden husus, mahlukun ilmiyle, mahlukları yoktan var eden Vacibü'l-Vücut Hazretlerinin ezelî ilmini karıştırmalarıdır. Bu kimseler, sonradan kazanılan ilmin ancak mahlûk ilmi olabileceği hakikatinden gafletle, dalâlete düşmektedirler.
İşte Allah’ın ezelî ilmi ile kullarının ne yapacaklarını önceden bilip yazması da bunun gibidir. Burada insanın şikâyete hakkı yoktur. Zira Allah’ın sonsuz ilmi ile istikbalde vuku bulacak hadisleri ezelî kaderde yazması cebir vasıtası değildir.
"Malumun ilme tabi olması" durumunda durum aksine dönüp insan iradesinin iptali ortaya çıkar ki; bu doğru bir hüküm değildir. Batıl cebriye mezhebinin savunduğu fikir bu minval üzeredir. Ehl-i Sünnet ise "ilim maluma tabidir" hükmünü benimsemiştir.
Birkaç misal daha zikredelim:
Birinci Misal:
İlim: Bir şeyin zihindeki şeklidir. Malum ise; o şeyin hariçteki gerçek hâlidir.
Mesela, bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, malum ise elmanın kendi şeklidir.
- Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle?
- Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum?
Elbette ki ikinci şık doğrudur.
İkinci Misal:
Farz edelim ki, kasamda 500 lira var ve ben bunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem “ilim”dir. Malum ise, kasamdaki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım:
- Ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var; yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum?
Elbette ki ikinci şık doğrudur.
Üçüncü Misal:
Yüksek bir tepede oturduğunuzu farz ediniz. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan tren yolunun hem sağını hem solunu hem ilerisini hem de arka tarafını görebiliyorsunuz. Karşı taraftan, aynı ray üzerinde hareket eden bir trenin geldiğini görüyor ve birkaç dakika sonra bu iki trenin çarpışacaklarını söylüyor ya da yazıyorsunuz. Ve trenler de iki dakika sonra çarpışıyor.
Şimdi kazadan kurtulan makinistlere; “İşte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.” deseniz, acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır: "Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın biz de kaza yapmazdık."
Dördüncü Misal:
İstanbul-Ankara arası 500 km.dir. Bu mesafenin bilinmesi ve kitaplarda yazılması ilimdir. Malum ise, bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz, maluma tabidir. Bu misalde malum, İstanbul-Ankara arasının 500 km. olduğudur. Eğer malum ilme tabi olsaydı; biz bu mesafenin 1.000 km. olduğunu zannettiğimizde mesafenin de 1.000 km.ye çıkması gerekirdi.
Hakikat böyle iken, bunun aksini düşünüp “Ben kaderin mahkumuyum.” diyerek, suçu kadere atmak çok sapık bir düşüncedir ve bu iddianın sahibi olan isyankâr insanı azaptan kurtarmaya yetmez.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Üstat Kader ilim nevi'ndendir diyor. Fakat "Imam-ı mübin" ve "Kitab-ı mübin"'den bahsederken Allah'ın kudreti devreye giriyor gibi. Bu durumda "Kader", 'bedihi kader", " nazari kader", "Imam-ı mübin" ve "Kitab-ı mübin" aralarındaki ilişki hakkında bilgi verirmisiniz?
Kader, İmam-ı Mübin, nazari kader denilen üç terimde ilim nevindendir ve Allah’ın ezeli ilmiyle her şeyi önceden bilip kader levhalarına yazmasından ibarettir. Asıl kader dediğimiz kısım burasıdır. Ve burada Allah’ın ilim sıfatı hükümrandır.
Kitab-ı mübin, bedihi kader ise kaderde yazılan mukadderatın kaza edilip tatbik edilmesidir. Burada ise Allah’ın kudret sıfatı geçerlidir.
Yani kader yazar kudret yapar kaderde ilim sıfatı kaderin tatbik edilmesinde ise kudret sıfatı caridir.
Mesela kader defterinde bahar mevsiminde şu kadar buğday yetişecek şu kadar sinek yaratılacak, şu kadar yağmur yağacak vesaire diye yazar yani ilmi anlamda planlanır ve takdir edilir sonra kudret vakti geldiğinde bu planı kaderde ki yazı ve takdire göre icra eder.
Mimar binanın planını çizer takdir eder proje haline getirir sonra müteahhit ve ustalar bu plan ve projeyi icra ederek meydana getirir. Binanın mimar tarafından çizilip projelendirilmesi kaderi temsil ederken bu binanın plana sadık kalarak tatbik edilip inşa edilmesi ise kitab-ı mübin ve tatbik aşaması oluyor.
İnsanın iman küfür, iyi kötü, hayır şer konularında ki tercihinde kader insana tabidir. Yani bu hususlarda ilim maluma tabidir diğer iradesiz varlıklar gibi tamamen İlahi ilmin plan ve takdiri kapsamında değildirler. İnsanlar ve cinlerin iradesi ile seçtiklerinin dışında ki bütün hususlarda kader yazar ve çizer kudrette yazılan ve çizileni harfiyyen uygulayıp tatbik eder.
- "Bedihî Kader" ve "Nazarî Kader" ne demektir?
- "İmam-ı Mübîn" ve "Kitab-ı Mübîn" ne demektir?
''''Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekvîniyenin ünvanı olan Kitab-ı Mübînden haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan İmam-ı Mübînden haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var:
Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra gözle görünecek.
Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, “tarihçe-i hayat” namıyla tabir edilen, vakit be vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.'''
'Nazari Kaderi' agacın veya nebatın cekirdegi anlayabilirmiyiz. Eger öyle anlarsak, o halde 'çekirdek' yaratilmiş oluyor. Yani Allahin kudreti devreye girip cekirdegi yarattigi icin artik tamamen 'ilmi' olan bir kaderden bahsedemeyiz. Fakat hala çekirdek halindedir, yani tamamen agaç halini almamıştır. Bu durum hakkında ne dersiniz?