"Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır... O kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ene namında bir miftahı insanın eline vermiştir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan 'ene' namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, 'ene' de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor."(1)
"Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır."
İnsanın gözü bu âlemin maddesine nazar ederken, aklı ondaki ince manalarla ilgilenir. O manaları anlaması, anahtarla bir defineyi açmaya benzetilmiş oluyor.
Âlemin kapıları herkese açıktır. Ancak, o kapılardan girip bu dünyadan istifade etmenin anahtarları en ileri manada insana verilmiştir. Diğer canlıların bu âlemle irtibatları çok sınırlıdır. Arının çiçeklerden bal toplaması hususi bir ihsandır. Ama aynı arı, ne çiçeği tefekkür edebilir, ne toprağı, ne güneşi, ne de yapmış olduğu balı. Bu ise, sayılan şeylerin arıya manen kapalı olması demektir.
Bir fakültenin de kapıları maddî olarak herkese açıktır, ancak orada okumak için gerekli puan alınamamışsa, fakülte manen kapalı demektir.
Açık olarak duran bir kitap da okuma bilmeyen kişi için manen kapalıdır.
Güneşin de kapısı açık. İlim ve teknikte belli bir seviyeye gelenler, ondan enerji elde edebiliyorlar. Bu ilme sahip olmayan kişiler için o kapı manen kapalıdır.
Keza, akarsulardan elektrik üretmenin kapısı da açık, bu iş için gerekli bilgisi ve imkânı olmayanlar için ise manen kapalı…
"Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan 'ene' namında bir miftahı insanın eline vermiştir."
Ene, ben demektir. Burada “ene” kelimesi, insan mahiyetini, insan ruhunun sahip olduğu çok yönlü istidadı ve o istidattan doğan bütün kabiliyetleri birlikte ifade eder.
İnsan, kendisine verilen bu benlik sayesinde, kendi vücuduna takılan cihazlara, bir bakıma, sahip çıkarak “benim elim, benim gözüm, benim midem” diyebildiği gibi, “aklım, hafızam, hayal gücüm” de diyebilmektedir.
Üstad Hazretleri Otuzuncu Söz'de semaların, arzın ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanetin bir yönünün de “ene” olduğunu ifade eder. Yani, insana verilen bu üstün ve çok yönlü istidat, çok mühim ve büyük bir emanettir. Bunun yerinde kullanılmasıyla, insan ruhuna nice marifet pencereleri açıldığı gibi, aksi yönde kullanılmasından da bütün batıl itikatlar, dalaletler, şerler çıkmaktadır.
İnsanın kendi istidadına takılan anahtarlarla bu kâinattan maddî olarak en münbit ve en bereketli şekilde istifade etmesi temel gaye değildir. Bunların asıl veriliş gayesi, insanın bunları vâhid-i kıyasî olarak bilip, yani bir mukayese unsuru, bir tefekkür kapısı olarak değerlendirip Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmesidir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 51/56) ayet-i kerimesine “Beni tanısınlar diye yarattım” manası verildiği göz önüne alındığında, insandaki bu istidadın, sadece bu âlemden istifade etmek için değil, esas olarak, İlahî marifette yol alması için verildiği daha bariz olarak anlaşılır.
Bu derste ve onun daha geniş şekli olan Otuzuncu Söz’de insanın bu anahtarı nasıl kullanacağı öğretilmektedir. İşte her bir ismin gizli hazinesini açacak anahtarın “ene”de olması, insanın bu İlahî isimleri bilecek, tanıyacak bir istidada sahip bulunduğunu ifade etmektedir.
Misal olarak “kuvvetimiz” üzerinde duralım. Biz, on kiloluk bir taşı kaldırdığımızda, “Ben şu taşı kaldırdım ve elimde tutuyorum.” diyoruz. Ve bu küçük kuvvetimizi vahid-i kıyasî olarak değerlendirip, “Ben kuvvetimle şu taşı kaldırıp, elimde tuttuğum gibi, Cenab-ı Hak da dünyanın tümünü ve diğer bütün gezegenleri beraber döndürüyor, yıldızları direksiz durduruyor” hükmüne varabiliyoruz.
Güneş, bütün gezegenlerini etrafında kolayca döndürmesiyle Allah’ın kudretine ayna oluyor, isimlerini gösteriyor, kendine mahsus bir tarzda Rabbini tesbih ediyor, ama “kudret nedir” bilemiyor. İnsanın yazdığı bir makalenin onun ilmine ayna olması, ama ilmin mahiyetini bilmemesi gibi, o da “kudret” mefhumunu idrak edemiyor. İşte bu istidat onda bulunmadığı içindir ki, Allah’ın Kudret sıfatını bilme ve Allah’ı Kâdir olarak tanıma emaneti ona yüklenmemiş.
Ama insan azıcık kuvvetiyle Allah’ın sonsuz kudretini bildiği gibi, cüz’î iradesiyle de O’nun küllî ve mutlak iradesini biliyor. Aynı şekilde, görme sıfatını bu manada değerlendirip Allah’ı Basîr bildiği gibi, işitmesiyle de Allah’ı Semi’ olarak tanıyabiliyor.
İkinci misal: Allah kerimdir, ikram sahibidir. Bütün canlı türleri bu dünya sofrasında Allah’ın ikram ettiği nimetlerle beslenmekte ve büyümektedirler. Ancak, bunlar içerisinde sadece insanda ikram mânasını anlayacak anahtar mevcut. İnsan da bir başkasına ikramda bulunur. İşte bu ikramını ölçü alarak, bedenindeki bütün organlardan ruhundaki bütün hissiyata, kendisini kuşatan ve hizmetine koşan bütün varlıklara kadar her şeyin ona İlahî bir ikram olduğunu anlar. Bunu başka hayvanlar anlamaz; meselâ, bir çayıra yayılmış yüzlerce hayvandan her biri kendi başına otlar, birinin diğerine ikramda bunduğu görülmez. (Hayvanların, yavrularına gösterdikleri kısa süreli şefkat hissi hususi bir durumdur. Yavru büyüyünce şefkat de kaybolur.)
Bir başka misal: İnsan Ğaffar ismini bilecek bir yaratılıştadır. Zira kendine karşı işlenen bir suçu affedebilmektedir. İşte bu affetme kabiliyeti, bir anahtar olur ve ona Ğaffar isminin kapısını açar, o İlahî ismi böylece bilir ve tanır.
"Kenz"in (hazine) çoğulu künuzdur (hazineler). Künuz-u mahfiye, Allah’ın isimleri manasında kullanılmaktadır. Meselâ, bütün rızıklar Rezzak isminden geliyor; hazine Rezzak ismi. Bütün hayatlar Muhyi isminden geliyor; hazine Muhyi ismi.
Her isim bir hazine ve bunları anlayacak ölçüler de insanın istidadına takılmış.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü