Kanun-u mübarezenin hikmeti nedir? Çarpışma olmadan bu kâinattaki düzen olmaz mıydı? Felsefenin, “Hayat cidaldir.” sözüyle, mübareze kanunu arasında ne fark vardır?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ın, kâinatta zıtları birbirleri ile çarpıştırması değişmez bir adeti ve kanunudur. Ve bu çarpışmadan hayrın terakki ile tekemmül etmesi murat ediliyor. Bu yüzden kâinatta nasıl hayır ve güzellikler mutlak olarak galipse, bu hayır ve güzelliklerin mânasını ihsas ettirip keskin hale getirecek mevhum ve farazî şerler ve zıtlar da her hayır ve güzelliğin karşısında mevcut olarak icad edilmişlerdir.
Sıcaklığın sayısız mertebelerinin anlaşılması ya da zahir hale gelmesi, ancak soğuğun müdahalesi ile mümkündür. Güzellik ve onun mertebeleri ancak çirkinlikler ile tezahür ediyor. Hayır şer ile çarpıştığı zaman gelişip büyüyor. Yani kâinatta zıtların çarpışması öyle alelade, sıradan ve hikmetsiz değildir. Şayet zıtlar yaratılıp o güzellik ve hayırların karşısına çıkartılmasa idi, o güzellik ve hayırların sayısız renkleri anlaşılmayacak ve gizli kalacaklardı.
Ebu Cehil olmasa idi, Ebu Bekir (ra) sıradan ve basit bir insan olarak kalacaktı. İşte bu mâna ve inceliklerin anlaşılması ve zahir hale gelmesi için Allah, her güzelliğin ve hayrın karşısına çirkin ve şer rakipleri yaratmıştır.
Serçe kuşunun istidadını inkişaf ettiren, atmaca kuşunun ona musallat edilmesidir.
Hazret-i Ömer (ra)’in adalet timsali olmasında zulmün payesi vardır. İnsanlar zulmü bilmeselerdi ve görmeselerdi adaleti takdir ve tahsin edemezlerdi.
Felsefenin cidal anlayışı, tamamen kuvvetlinin zayıfı ezmesi ve her şeyin bir tesadüf eseri olarak vücud bulması şeklindedir. Onlar mübareze kanunundaki hikmeti göremiyorlar. Çocuğuna terbiye maksadı ile annesi bir tokat aşk eder. Onu gören, maksada bakmayan; “anne ne kadar zalim, el kadar çocuğa tokat atıyor” diyor. Başka biri ise maksadı takip ettiği için, “ne kadar isabetli bir tavır sergiledi” diyerek anneyi taltif ve takdir ediyor.
Aynı hâdisede iki farklı hüküm, iki farklı netice. Birisi hâdisenin cüz’ünde boğulduğu ve esas maksadı göremediği için, o tokadı acımasız bir şiddet olarak idrak ediyor. Diğeri ise fotoğrafın bütününü gördüğü ve ona göre hüküm verdiği için hâdiseyi bir terbiye olarak anlıyor.
Aynen bunun gibi, bir aslanın ceylanın yavrusunu parçalamasına bakan maddeci felsefe mensubu; "Hayat bir cidaldir" diye hüküm veriyor. Maddeci felsefe, kâinattaki umumî mübareze kanununu ihata edemiyor, umumî gayeleri göremiyor. Bu sebeple de hayata bir kavga olarak bakıyor. Hâlbuki yardımlaşma, dayanışma, cevaplaşma ve kucaklaşma kâinatı öyle bir sarıp sarmalamış ki, adeta kâinatı parçalanması mümkün olmayan bir bütün haline getirmiştir.
Nur Külliyatında hayatın bir cidal değil, yardımlaşma olduğuna dair çok harika misaller vardır. Bitkilerin hayvanların imdadına, hayvanların insanların yardımına, gıda maddelerinin beden hücrelerinin imdadına koşmalarına mücadele denilemeyeceği güzelce beyan edilir.
Bu adamlar, elementler arası yardımlaşmadan, güneşle ay, ayla dünya, bulutla toprak, atmosferle ciğerler arasında açıkça görülen ve sayılamayacak kadar çok olan yardımlaşma misallerini küfrün o karanlık perdesiyle göremez, sadece bir aslanın ceylanı parçalamasına bakarak hayatın bir mücadele olduğunu iddia ederler ve bu canavar ruhunu kendi hemcinslerini parçalamakta esas tutarlar.
Düşünmezler ki, aslanların ve diğer yırtıcı hayvanların güç ve kuvvetlerine rağmen ceylanın nesli tükenmemiş, artmaya devam etmiştir.
Ve insana koyunu veya tavuğu kesip yemesini helal kılan Allah, aslana da ceylanı helal kılmıştır.
Konunun hikmet yönüne bir de şöyle nazar edelim: Aslanlar, kurtlar, çıtalar ve onlar gibi et yiyen hayvanlar olmasaydı, bütün hayvanlar âleminin cenazeleri ortada kalsa, kokuşsaydı daha mı iyi olacaktı?
Bunun en mühim hikmeti, kâinatın umumî nizamını ve ahengi muhafaza etmektir. Türler arasında öyle hassas ve mükemmel bir denge zinciri kurulmuştur ki, bu zincirden bir halka dengeden çıkarsa, zincirleme bütün ekolojik ahengi yerle bir edecektir. Bu sebeple Allah türleri birbirleri için rızık zinciri şeklinde yaratmıştır. Yani her tür başka bir türün nizamını sağlamaktadır. Bu da bir çeşit dolaylı yardımlaşma ve dayanışmadır. Öyle ise evrimcilerin iddia ettiği gibi, türlerin birbirleri arasındaki bu münasebet tesadüfi, acımasız, vahşet ve cidal değildir. Cenâb-ı Hak, sonsuz hikmetiyle hayvanlar âlemini “et ile beslenenler” ve “ot ile beslenenler” olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bütün hayvanlar ot yeselerdi, hepsinin cenazeleri ortada kalacaktı. İlâhî hikmet, hayvanların bir kısmını diğerlerine rızık yapmakla hem Rezzak ismini tecelli ettirmekte, hem de Kuddüs isminin tecellisiyle yeryüzünün temizliği ve nezafeti temin edilmiş olmaktadır.
Mesela, kemirgenler ile beslenen yırtıcı kedigiller olmasa, kemirgenler her tarafı istila edip, nizamı bozacaklardı. Arslan ve kaplan gibi yırtıcı kediler olmasa ot obur hayvanlar hem kendi içinde hem de kısıtlı olan meralarda başka türlere zarar vereceklerdi.
Avustralyada aşırı avlanma yüzünden tilkilerin nesli tüketilince, tavşanlar aşırı üreyip çoğalmış ve her taraf ölü tavşanlarla dolmuş. Bunun üzerine yetkililer derhal başka kıtalardan tilki nakletmeye başlamışlar. Bir müddet sonra nizam yeniden temin edilmiş. Demek tilkinin tavşanı yemesi vahşet değil, umumî bir nizam ve dolaylı bir yardımlaşmadır. Bunun gibi binlerce misal verilebilir.
Evrimciler hâdiselere kendi kokuşmuş vicdanları ve bozulmuş akılları ile baktıkları için her şeyi tesadüfün oyuncağı, birbirine düşman olarak görüyor ve “hayat bir cidaldir” diyorlar.
Mübareze kanunu ile maddeci felsefenin cidal anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır. Mübareze kanunu bir maksada hizmet ederken, cidal zulme ve tesadüfe hizmet eden ruhî bir hastalıktır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü