Kıyamet alametlerinin bedahet derecesinde olmayacağı, bu yüzden mehdî ve deccâl hakkındaki hadislerin teviline gidilmesine itiraz ediliyor, ne dersiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Evvela, bir kısım ayet ve hadislerin müteşabih olduğu ve tabir ve tevile muhtaç olduğu ayet ve hadisler ile sabittir.

Kur'ân-ı Kerim muhkem ayetlere “ümmü’l-kitap” (Kitab’ın esası, temeli), bunların dışında kalan bir kısım ayetlere ise “müteşâbih” ayetler adını vermiştir. Bu hususu açıklayan ayet-i kerime mealen şöyledir:

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. İşte kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek için müteşâbih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler (derinleşenler-râsih âlimler), ‘O’na inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır.’ derler. Bu inceliği ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)

Bu sınıfa giren birçok ayet ve hadis mevcuttur. Bunlardan bazılarını misal olarak verelim.

"Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10)

"Sadece Rabbinin yüzü bakidir..." (Rahman, 55/27)

"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem." (Maide, 5/116)

"Allah, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri altı günde yaratmış, sonra da Arş'ın üzerine istivâ etmiştir." (Secde, 32/4)

Bu ayetlerde açık bir şekilde teşbih ifadeler vardır. Bu ayetleri zahiri üzere kabul etmek doğru olmaz. Bu sebeple İslam âlimlerinin bu ayetlerden çıkarttıkları manalar ile ayetleri anlamak en güzel ve en selametli yoldur. Bu ayetlerin hepsi tevil ve tabirin meşru ve lazım bir yol olduğunu ilan ediyor.

Resulullah Efendimiz (sav.) şöyle buyuruyor:

“Her bir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin hadîsçe شُجُونٍ وَغُسُونٍ {(bk. Ebû Yâ’lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 1:236.”) “Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.”} tâbir edilen fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır.”(1)

Meselâ; “Hazreti İsa (as) elinde kılıcı ile zıplayacak deccalin dizine yetişemeyecek” hadis-i şerifini zahiri üzerine anlamak; ilim ve adetullah kanunu ile bağdaştırmak gerçekten zordur. Bu ve buna benzer yüzlerce hadis ve ayet zahiri üzere anlaşıldığı için İslam dinine çok hurafeler karışmıştır. Birçok tereddüt ehli mütefennin insanlar bu zahir yobazların yüzünden dinden uzaklaşmıştır.

İkinci olarak, dünyanın imtihan ve tecrübe yeri olduğunu ifade eden birçok ayet ve hadis-i şerif mevcuttur. İmtihan ve tecrübe ise bedihi olmaz.

Meselâ; talebelere sorulan suallerin altına cevabının yazılması nasıl imtihanın ruhuna aykırı ise, aynı şekilde imtihan olan dinin bedahet derecesinde izhar ve ilan edilmesi de dinin ruhuna aykırıdır. Peygamberlerin mucizeleri, zannedildiği gibi iradeyi teslim alacak kadar açıklıkta ve bedahette değildir. Şayet öyle olsa idi, Ebucehil de iman ederdi. Demek onların mucizeleri sadece nübüvvet hengâmında bir ihtiyaçtan dolayı gösterilen ve akla kapı açıp iradeyi tamamen teslim almayan mucizelerdir.

Bedahet; insan iradesini zorlayarak imana mecbur eden açık delil demektir. Mucizeler bu kıvamda bir bedahet taşımazlar.

“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

"Müminler sadece 'İman ettik' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir." (Ankebut, 29/2/3)

“Allah'ın kanunlarını asla değiştiremezsiniz.” (Ahzab, 33/62)

Üçüncü olarak, dinin ruhunda ve esasında zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıddır. İslam irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzere bina eder. İster itikat, ister ibadet, isterse muamele açısından olsun, icbar ile yapılan bütün amel ve fiiller; katiyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum "Ameller niyetlere göredir" düsturuna uygun düşmez.

Din, zorla kabul edilebilecek veya ettirilebilecek bir sistem değildir. Onda her şeyden önce iman esastır. İman ise, tamamen vicdanidir, kalbe ait bir meseledir ve gönül işidir. Hiç bir zorlama teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan, ancak tetkik edip, öğrenip, ancak içinden geliyorsa ve kalbi imana yatkınsa kabul edebilir. Bu manada dinde zorlama yoktur. Hak din, Hz. Âdem (as)'den günümüze kadar hiç kimseyi inanmaya zorlamamıştır. Bu konuda zorlama, daima küfür cephesinin ahlakı olmuş ve insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır.

Kılıç ve silah ise vicdanlara hükmedemez. Şayet cebir ve silahın vicdana tesiri olsaydı, İslamiyet’in yayılmaya başladığı ilk yıllarda bütün kuvvet ve silah ellerinde olan müşrikler, İslam’a girenlere mani olabilirdi. Hz. Bilal’i kızgın taşların altında işkence ve zorlamalara tâbi tutmalarına rağmen, onun yine “Allahu Ehad” demesi gösteriyor ki, cebir ve işkencenin vicdana hiçbir tesiri yoktur. Şimdiye kadar hiçbir insanın şiddet ve cebir ile İslam dinine girdiği görülmemiştir.

Peygamber Efendimiz (asm.) Mekke-i Mükerreme’de tek başına, silahsız ve kuvvetsiz olduğu halde Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Osman, Said İbn-i Ebî Vakkas, Hazret-i Talha, Hazret-i Zubeyir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi birçok insanın İslâmiyet’e girmelerine vesile olmuştur. Mekke’nin ileri gelenleri olan bu zatların İslamiyet’i silah zoruyla kabul ettiklerini söylemek mümkün müdür?

Müslümanlar “Kılıç zoruyla Müslüman olmadılar. Fakat Müslüman olmaları sebebiyle kılıca hedef oldular ve Allah yolunda kılıç kuşandılar.”

İslam dininin tekâmül ve inkişafının hiçbir zaman silah zoruyla olmadığı tarihce de malumdur. Bugün batı dünyasında birçok ilim ve fikir adamının İslamiyet’i kabul etmesi bunun en büyük şahididir.

Dördüncü olarak, Üstad Hazretleri bu hususu gayet güzel ve mukni bir şekilde şöyle ifade ediyor:

"Eğer desen: 'Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur'anda sair hakaikla beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur'an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?"

"Elcevab: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin... Madem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan 'Lâ ilahe illallah' yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haşiye) beraber kalacaklar..."(2)

Dipnotları:

(1) bk. Şualar, Birinci Şua.
(2) bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 4.922
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...