Kur'ân'ın "Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı" olmasını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı..." (İşârâtü’l-İ’caz)
Cenab-ı Hakk’ın zatı, sıfatları, esması ve şuunatı var.
Allah’ın Zatı, idrak edilemeyecek kadar yücedir. Zira akıl ve idrak O’nun varlığını bilinebilir ama Zâtının hakikati idrak edilemez.
Mahlûk olan şey mutlaka sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi bir nihayeti de vardır. Meselâ, göz mahlûk olduğu gibi görme sıfatı da mahlûktur ve her ikisi de sınırlıdır. İnsan, bütün cisimleri göremediği gibi, kâinatta faaliyet gösteren kuvvetleri, bedenlerde vazife gören ruhları, bu âlemi dolduran melekler dünyasını göremez. Göz gibi akıl da bir mahlûktur. Allah’ın sıfatları ise sonsuz. Sınırlı olan, sonsuzu ihata edemez, kavrayamaz.
“Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.”(Sözler)
Mutlak, kayıt altına alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen demektir. ‘Enzar’, ‘nazar’ın çoğuludur, nazar ise, çoğu zaman, akıl mânâsına kullanılmaktadır. Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, sonsuzdur. Bu sıfatların kayıtlı ve mahlûk olan akılla, hakkıyla, idrak edilemeyeceğini her müstakim akıl, şüphesiz, kabul eder. Sıfatı hakkıyla idrak edilemeyenin, zâtının da mahiyetiyle bilinemeyeceği çok açıktır. O’nun zâtının kudsî mahiyetini ancak kendisi bilir. Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pek çok duygularla, latîfelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde pek çok hakikatlere muhatap olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği. Zira henüz bedenimizde tasarruf eden ruhumuzun mahiyetini bilmekten aciziz.
Cenab-ı hak, Zâtı gibi mukaddes sıfatları da kemâliyle idrak edilemez; ama o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir.
İlâhî sıfatlar, ‘sübutî’ ve ‘zatî’ olmak üzere iki gruba ayrılıyor.
Sübutî sıfatlar, ‘hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (işitme), basar (görme), kelam ve tekvin (var etme).’
Bu sıfatların hepsi ezelî, hepsi ebedî, hepsi sonsuz ve yine hepsi mutlaktır. Bunlarda, ne bir azalma, ne de artma düşünülebilir.
Hayat sıfatı ezelde ne ise ebedde de aynıdır. Bizlere hayat bahşetmesi, Allah’ın ihya (hayat verme) fiiliyledir. Bizde hayat yaratmasıyla O’nun hayatında ne bir noksanlık olur, ne de bir fazlalık.
Allah’ın bir sıfatı da ‘ilim’dir. Ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, onlara ne kadar hikmetler, mânâlar takarsa taksın, O’nun ilim sıfatında bir değişme düşünülemez.
İlâhî sıfatlardan bir başkası, ‘irade’dir. Allah’ın iradesi de diğer sıfatları gibi mutlaktır ve küllîdir. Mutlak olmasının mânâsı, O’nun iradesini kayıtlayacak bir başka iradenin sözkonusu olmamasıdır. İlâhî iradenin küllî olması ise, sonsuz icraatlarının hepsini ‘birlikte irade etmesi’ demektir.
Bilindiği gibi, insanın iradesi cüz’îdir, yani bir anda ancak bir şey irade edebilir; onu irade ettikten sonra ikinci bir şey irade etmesi mümkün olur. Şu varlık âleminde, bir anda birbirinden farklı hatta bazen birbirine zıt, sonsuz faaliyetler icra edildiğine göre, bunların irade edilmeleri de birliktedir, beraberdir, sıra ile değil.
Allah’ın bir diğer sıfatı, kudrettir. Allah, atomlardan galaksilere, çiçeklerden Cennet bahçelerine kadar her şeyi sonsuz kudretiyle yaratmıştır. Bir meyve ağacında, o sonsuz ve mutlak kudretiyle tasarruf ettiği gibi, meyvesi insan olan kâinat ağacında da tasarruf eder, icraatta bulunur.
İlâhî sıfatlardan bir diğeri basar, yâni görme, biri de sem’ yani işitmedir. Maddeden münezzeh olan Allah’ın görmesi ve işitmesi, göz, kulak gibi vasıtalardan münezzehtir. Bütün sesleri birlikte işitir, bütün eşyayı beraber görür.
Kelam sıfatına gelince, Allah’ın diğer sıfatları gibi bu sıfatı da sonsuzdur, küllîdir, mutlaktır. Beyni, konuşma merkezini, ağzı, dili yaratan ve insanı böylece konuşturan Allah, meleklerini bunların hiçbiri olmaksızın konuşturur. Keza, insana da rüya âleminde, bu aletlere ihtiyaç olmaksızın konuşma imkânı verir. O halde, kendi konuşmasını ölçü tutarak Allah’ın kelam sıfatını anlamaya kalkışan bir insanın hata etmesi, istikametten sapması kaçınılmazdır. Allah’ın zâtı, mahlûkatın zâtlarına benzemediği gibi kelam sıfatı da onların konuşmaları cinsinden değildir.
Şuunât; şe’nin çoğuludur. Şe’n “fiil, iş” demektir. Şuun ise “fiiller, işler” manasına gelir. Şe’n için ‘hal, kabiliyet, istidat’ gibi mânâlar veriliyorsa da bunları ilâhî hakikatlere aynen uygulamak, insanı yanlış düşüncelere ve bâtıl hayallere götürebilir.
Rahman suresinin 55. ayetinde şöyle buyrulur:
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
"O (Allah) her gün bir iştedir."
(Yani her an yaratma hâlindedir ve kâinatta tasarruf eder.)
Buna göre, şuun-u İlahiye ifadesiyle “Allah’a ait fiiller” kastedilmiş olabilir. Üstad Hazretleri mezkûr ifadesinde önce Allah’ın zatını, sonra sıfatlarını, sonra esmasını, sonra da fiillerini nazara vermiş olabilir.
Şuun kelimesinin bir manası daha vardır ki bu mananın Türkçede tam karşılığı yoktur. En yakın karşılığı kabiliyettir. Cenab-ı Hak hakkında “Kabiliyet sahibidir” ya da “Kabiliyeti vardır” gibi bir söz söylenemez. Buna Şuunat-ı İlahiye” diyoruz. Buradaki şuunat kelimesi “şuun” lafzının cem’ul-cemi yani çoğulunun çoğuludur.
Lügat tahlilini bir daha ifade edecek olursak: Kelimenin tekili (müfredi) “şe’n”dir. Çoğulu (cemi) “şuun”dur. Çoğulunun çoğulu da (cem’ul-cem’) “şuunat”tır. Arapçada bazı kelimelerin çoğulunun çoğulu vardır. Şuunat da böyle bir kelimedir.
Hâlıkiyet, hâkimiyet, mâlikiyet... için şuunât denilmiştir. Yani, Allah, hâlıkiyet, mâlikiyet, rububiyet, rahîmiyet, rahmâniyet sahibi bir zâttır. Bütün bunlar Allah’ın şuunâtındandır.
Halk (yaratmak) bir fiildir. Hâlık (yaratıcı) isimdir. Hâlıkiyet (yaratıcılık) ise şe’ndir.
Kâinat yaratılmadan da Allah bütün esmâya sahipti. Yani Rezzâk’tı, Muhyî idi, Mümît idi. Ama bu isimlerini kâinatı yaratmakla tecelli ettirdi.
Meselâ, Rezzak ismini düşünelim: Cenâb-ı Hak, daha sonra yaratacağı hayvanlara rızık olmak üzere bitkileri yarattı, sonra bu rızka muhtaç mahlukları yarattı ve bu ikincilerin, birincilerle beslenmelerinde Rezzak ismi tecelli etmiş oldu. Sadece bitkileri yaratsaydı da hayvanları yaratmasaydı, o ilk yaratılanlara rızık denilmezdi. Onlarda Hâlık, Mâlik, Musavvir gibi isimler yine tecelli ederdi ama Rezzak ismi tecelli etmezdi. Nitekim dünyamız böyle bir devir yaşadı. Bitkiler yeryüzünü kaplamıştı ama ortada bunları yiyecek hayvanlar yoktu. İşte o devirdeki bitkiler rızık değildiler, sadece ilâhî birer eserdiler.
Nur Risalelerinde, şuunâtla alakalı diğer ehemmiyetli bilgi, ‘lezzet-i mukaddese, sürur-u münezzeh’ gibi ifadelerle dikkatimize sunulur. Bu ince ve derin hakikatleri, insan aklına bir derece yaklaştırmak için de bir misal verilir: Bir sultanın bütün muhtaç ve fakir raiyetini bir gemiye bindirdiği ve onları o gemide seyahat ettirerek her türlü ihtiyaçlarını gördüğü, yedirdiği, içirdiği anlatılır. Ve o sultanın, o muhtaç raiyetinin sevinmelerinden de bir haz duyduğu ifade edilir. Ve Allah’ın bütün canlıları bu dünya gemisinde yedirip içirmekten ve her türlü ihtiyaçlarını görmekten kendine has ve mahlukatın her türlü lezzet telakkilerinden münezzeh bir ‘lezzet-i mukaddesesi’ olduğu nazara verilir. İşte bu lezzet-i mukaddese ilâhî şuunâttandır.
“Allah muhsinleri sever.” (Bakara sûresi, 195) “Allah kâfirleri sevmez.” (Âli İmran sûresi, 32) “Allah zalimleri sevmez.” (Âli İmran sûresi, 57) gibi âyet-i kerîmeler de bize bu ilâhî şuunâtı ders verirler.
Üstadımız dört şeyden bahsetti: Allah’ın zatı, sıfatları, esması ve şuunatı. Şuunu ile ya Allah’ın fiilleri kastedilmiştir ya da -kabiliyet diyemediğimizden ancak böyle diyebiliyoruz- Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Allah’a ait mukaddes vasıflar kastedilmiştir. Biz iki manayı da alalım.
Şimdi, Kur’an neymiş?
1. Allah’ın zatının,
2. Allah’ın sıfatlarının,
3. Allah’ın isimlerinin,
4. Allah’ın fiillerinin,
5. Allah’ın şuunatının kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kâtıı ve tercüman-ı sâtııdır.
Yani Kur’an Allah’ın zatını, sıfatlarını, esmasını, fiillerini ve şuunatını şerh etmiş, bu vasıfla da kavl-i şarihi olmuş; tefsir etmiş, bu cihetle de tefsir-i vâzıhı olmuş; ispat etmiş, bu yönden de burhan-ı kâtıı olmuş; tercüme etmiş, bu hususiyetiyle de tercüman-ı sâtıı olmuş.
Bu manalar birbirine yakın olup, kişinin bakışına göre şekillenir. Nasıl ki varlıklara sanat eseri olmaları cihetiyle “masnu”; yaratılmaları cihetiyle “mahluk”; var olmaları cihetiyle “mevcud” deriz ve hakeza...
Aynen bunun gibi, Kur’an’a Allah’ın zatını, sıfat ve esmasını, fiil ve şuunatını izah eden bir kitap nazarıyla bakarsak “kavl-i şârih” ve “tefsir-i vâzıh” deriz. Bunlara delil olması cihetiyle bakarsak “burhan-ı kâtı’ ” deriz. Bunları tercüme etmesi yönünden bakarsak “tercüman-ı sâtı’ ” deriz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü