"Müceddidü'l-Ekber" ne demektir?

Soru Detayı

- Üstad gelmiş olan mücedditlerin sonuncusu mudur? Dolayısıyla Üstad'a Mehdi diyebilir miyiz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

“Allah bu ümmete her yüz senede dini yenileyecek kimse gönderir.” (Ebu Davud, Melahim,1) hadisinden hareketle her asrın en seçkin dinî önderlerine bu isim verilmektedir. Ömer b. Abdülaziz, siyaset âleminde bir müceddid kabul edilir. Keza, İmam-ı Gazalî, İmam Rabbanî, Mevlana Celaleddin Rumî gibi İslâm âlimleri kendi devirlerinin müceddidi olarak kabul edilirler. Risale-i Nur dahi bu zamanın fehmine, asrın idrakine Kur’an’ın kuvvetli bir dersidir. Bediüzzaman şöyle der: “Ben Mevlana devrinde gelsem öyle bir Mesnevi yazardım. Mevlana da bu zamanda gelse böyle bir Mesnevi yazardı.”

Mehmet Akif, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” derken, bir bakıma bu asrın müceddidinin görevini tarif etmektedir.

Meselenin bir yönü de şudur: Cenab-ı Hak, nasıl ki her devirde Peygamberler göndermiş, her gelen peygamber, daha önce gelen peygamberlerin mesajını yenilemişler, taze bir şevke vesile olmuşlardır. Resul-i Ekrem Efendimiz Hatem’ül Enbiya olduğu, ondan sonra başka bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu büyük ve ağır vazifeyi müceddidler yapacaktır. Onlar, dine sokulmak istenen bid’atlarla mücadele edecek, İslam düşmanlarının zihinleri bulandıran, kalpleri yaralayan her türlü menfi telkinlerine ve propagandalarına karşı Müslümanları irşad edecek, ümmetin şevk ve gayretine vesile olacaklardır.

Müceddid-i ekber, en büyük müceddid olarak bilinmektedir. Bu tabir ahir zamanda gelecek olan Hz. Mehdi için de kullanılmaktadır. Hz. Mehdi geldiğinde artık kıyamete kadar onun tasarrufu olacaktır. Ayrıca vazifeli bir şahıs veya şahs-ı manevî olmayacaktır. Üstadımız kendisine veya Risale-i Nurlara bu namı açık olarak takmıyor ise de bu, olmadığı manasına da gelmez.

Bu nedenle biz de sadece Risale-i Nurlarda geçen ifadeleri vermekle iktifa edebiliriz. Fazlasını vermek veya mevcut ifadeleri saklamaya çalışmak mes’uliyeti mucîb olur. Ayrıca Üstadımız, daima şahıs merkezli değil, şahs-ı manevî mihverli izahlar yapmaktadır.

Yani bu asrın en büyük hususiyeti, faaliyetlerin cemaat ve şahs-ı manevî ile icra edilmesi üzerinde durulmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri müceddidler ve mürşitler silsilesinin asrımızdaki son temsilcilerinden biridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin iman ve irfan sahasındaki fütuhatı, tarihte eşine rastlanmayan, dengi olmayan bir tecdid ve irşad hareketidir. Bediüzzaman, marifet ve muhabbet-i ilahiye itibariyle engin tefekkürü, büyük tevekkülü, eşsiz sabrı, azami ihlâsı, çelik gibi iradesi ve yüce sadakati ile bir hilkat nâdiresidir. O, her yönüyle Peygamber Efendimizin hakiki varisidir.

Bediüzzaman mürşid-i mükemmel, alleme-i zaman, bir maden-i himmet, bir harika-i irşat, bir andelib-i hakikat, bir nadire-i vücüt, bir barika-i sadakat, bir kenzül irfan ve hikmet efşan bir zattır. İlim ve irfan bakımından adeta bir Gazali ve bir Râzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat, bir İbn-i Rüşd ve bir İbn-i Sina’dır. Tebliğ ve ikaz vadisinde ise, bir Mevlâna’dır. Tecdid ve mücahede de sanki bir Ahmed-i Faruki’dir. Tabiri caiz ise O, selefdeki mürşidlerin ve müceddidlerin hakiki bir vârisidir. Evet, bir arap şiirinde denildiği gibi, ‘Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakk’a zor gelmez.” İşte bu hal Bediüzzaman’da tecelli etmiştir. Buna en büyük şahit İslamiyet’in ikbal ve istikbali adına her zaman tazeliğini ve ihtişamını muhafaza eden altı bin sayfalık bir marifet hazinesi olan şaheser külliyatıdır. Bediüzzaman, bu şaheser külliyatıyla kıyamete kadar payidar olacak büyük bir tecdid hareketini başarmış, ilim ve hikmet üzerine müesses bir İslam mektebi kurmuştur. Fikirlerin ve vicdanların sönmeye yüz tuttuğu şu asırda, Bediüzzaman denilen bu ulu mürşid, İslam âleminde yeni bir irşad ve tebliğ hareketi başlatmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Azimüşşân’ın uçsuz bucaksız hakikat denizinden nefsî, ruhî, vicdanî, ferdi, ailevî, içtimaî ve siyasî hayatımızı her cihetle aydınlatacak yüksek esasları ve ulvi hakikatleri ve düsturları, Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesi ile insanlığın istifadesine sundu. Böylece şu dalalet, sefahat, helaket ve felaket asrında bir tabib-i hazık oldu.

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un yaptığı küllî hizmeti şöyle ifade eder:

"Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." (Kastamonu Lahikası)

Üstad Bediüzzaman, elmas kılıcını cehalet, dalalet ve küfrün boynuna vurdu, onun belini kırdı, insanlığı kuşatan küfür ve dalalet buzlarını bir güneş gibi eritti, bu asrı ilim ve irfanıyla bereketlendirdi. Bediüzzaman ilim ve marifette, hikmet ve felsefede, irşad ve mücahede de yeni bir çığır açtı. Davasının ulviyeti, hamiyetinin yüksekliği, fikrinin keskinliği, ilminin derinliği, sarsılmaz imanı, tarife sığmayan cehd ve gayreti ve Bediüzzaman unvanıyla asra ismini nakşetmiştir.

Bediüzzaman, maneviyat âleminde bir sultan, irşad sahasında büyük bir müceddiddir. Fıtraten sahip olduğu hamiyeti yanında, hususi bir Kur’an ilmine mazhar olmasından dolayı bu azim ve ulvi hizmeti hakkıyla ifa etti. Onun bu eşsiz hizmeti, sadece bir millet yahut bir sınıf hesabına değil, bütün insanlık namınadır. Onun en büyük hasmı; cehalet, dalalet ve ihtilaftır. O, gönülleri aşk ve şevk içinde mezc ederek, sulh ve selameti temin ile Müslümanları bir gayede birleştirmiştir.

Bediüzzaman, en beliğ ve en fasih ifadelerle Müslümanları ikaz etmiş; kin, nifak, şikak ve ihtilafın hikmet ve hakikat nazarında ne kadar zararlı olduğunu en canlı ve müessir misallerle gözler önüne sermiştir. İhlas, sadakat, hamiyet, fedakarlık gibi ulvi hasletler kazandırmıştır.

İslam nurunun parlamasından rahatsız olan bedbahtlar Bedüüzzaman Hazretlerini yolu ve izi olmayan, ancak piyade ve at ile gidilebilen en ücra bir köy olan Barla’ya sürgün ederek, insanlardan uzaklaştırmak ve unutturmak istiyorlardı. Fakat onu unutturmak isteyenler unutuldular. O, Barla’yı kendine bir kürsü, bir medrese ve bir mektep yaparak orada Kur’an ve iman ait ulvi hakikatleri yazdı. Barla kürsüsünden, Çam dağının tedris rahlesinden öyle bir saba rüzgârı esti ki, ruhları şifalandırdı, gönülleri zevk ve sürura gark etti. Bu öylesine aheste, öylesine latif bir seher yeli idi ki, kalplere hidayet ve sürur, idraklere ilim ve marifet, vicdanlara insaf ve basiret fertlere gaye ve dava, cemaatlere hedef ve reaksiyon getirdi. Onlara sanki yeni bir ruh, yeni bir kudret ve kuvvet nefhetti.

Bediüzzaman sarsılmaz imanı, eşsiz metaneti sayesinde hiçbir kuvvetin, zulmün ve şiddetin önünde eğilmedi. Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle “ Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiç bir zalim onu eğememiş. Hiç bir alim onu yenememiş.” Onun başı bütün ömrü boyunca ancak Mabud-u Bilhakk’ın azametine karşı serfürü etti ve secdesini yalnız O’na yaptı.

Bediüzzaman, asrın ızdıraplarını kalbinin derinliklerinde hissederek yaşadı. “Âlem-i İslam’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum” diyerek, bütün İslam alemine hatta tüm insanlığa kanat açmış; önüne geçilmez bir feveranla şahlanmış ve kükremiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, İslam âlemini yeniden uyandırmak için, geçit vermez dağlardan aşmış, kış dememiş yaz dememiş, sürgünde ve hapiste bu kutsi davası uğrunda aşk ve şevk ile çalışmıştır. İnsanların ruhunda ve vicdanında var olan iman, fazilet ve aşk-ı ilahi ateşini yeniden alevlendirmiştir.

Üstad, fazilet ve marifete öyle aşık idi ki, dünya zevk ve saadetlerini ve hatta hayatını dahi o yolda feda etti. “Dünya zevki namına bir şey bilmiyorum” ifadesiyle de kendisi bunu açık bir şekilde belirtmiştir.

Harikulade bir hafıza ve zekâya ve müthiş bir iradeye sahip olan Üstad, bahr-i hakaik olan ilme daldı. İman hakikatlerini bir sünger gibi emerek, onu yeni bir üslup ve heyecanla İslam âlemine ve gelecek nesillere aktardı.

Bediüzzaman, başlatmış olduğu ilim ve irfan hareketiyle, bugün sayıları milyonları aşan, hatta ülke sınırlarından taşan nurlu, manevi değerler bağlı, feragatli, şuurlu, faziletli, vatanperver, iffetli, hamiyetli, faal, gayretli ve yüksek gayelerle dolu bir cemaat tesis etti. Bunlar, bu kudsi hakikatleri risale-i nurdaki prensiplerle, samimi ve coşkun bir heyecanla elden ele, dilden dile, gönülden gönüle ve kıtalardan kıtalara aktarmaktadırlar.

Mehdi ile alakalı olarak tıklayınız:
MEHDİ GELMİŞ MİDİR?

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
M
Okunma sayısı : 11.093
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Nurun fedaisi

"Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber
Risale-in Nur'dur vallah o son müceddid-i ekber
Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret
Eyler bu mukaddes koca davaya şehadet..."
(Emirdağ Lâhikası -1) Hasan Feyzi Yüreğil Ağabeyin bu ifadeleri çok net ifade ediyor. Çetrefilli te'villere ihtiyaç bırakmıyor. Cenab-ı Hak Bizlere Ahirzaman Müceddidi Bediüzzaman Hazretleri'ne talebe eylesin. Âmin. Selam ve dua ile.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...