"Mümkin ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tegayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükut etmekle..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Mümkin unvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü o şeyin istikbal halleri ademde kalır, yol bulup vücuda gelemez. Adem ise büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır."(1)
“Mümkin ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tegayyür var.”
Cenâb-ı Hakk’ın varlığı vaciptir, yani varlığı zatındandır, ezelî ve ebedîdir, olmaması muhaldir. Mahlûkatın varlığı ise mümkindir, olması da olmaması da imkân dâhilindedir, Allah’ın yaratmasıyla var olurlar.
Bir şey, farklı yönlerinden dolayı ayrı isimler alabilir. Allah’ın bizi yaratmış olması cihetiyle mahlûkuz, O’nun mülkünde çalışmamız cihetiyle memluküz, bizi rızıklandırması bakımından merzukuz. Varlığımızın bir evveli olduğu için hâdis, sonumuz olduğu için de fâniyiz. Cenâb-ı Hakk’ın varlığının vacib olması noktasından da bizim varlığımıza “mümkin” denilir.
Varlığı vacib olan Allah’ın ne zatında ne sıfatlarında bir değişme düşünülemez. Mümkinin ise halleri daima değişir.
İnsanın dünyaya geliş safhalarını düşünelim: Nutfe iken alaka, mudğa, azm, lahm… oluyor. Bu dokuz aylık değişim yolculuğunun sonunda dünyaya gelme noktasına varıyor.
Dünyamız da bizim gibi. Geceler gündüzlere, gündüzler gecelere dönüşüyor. Günlerin ve gecelerin süreleri de bir kararda durmuyorlar. Yazlar kışa, kışlar yaza dönüşüyor. Kısacası, kâinatta değişmeyen hiç bir şey yok.
“Binaenaleyh mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir.”
Yumurta daima öyle kalsa ondan piliçler çıkmaz. Toprak, olduğu gibi dursa üstünde çimenler, ağaçlar, çiçekler bitmez. Ağacın içinde hareket olmasa meyveler olmaz. Hücrede hareket olmasa çoğalma gerçekleşmez.
Bütün bu tevakkuflar, onun kazanacağı yeni haller ve keyfiyetler için bir nevi ademdir, yani o haller yoklukta kalırlar.
“Çünki o şeyin istikbal halleri ademde kalır, yol bulup vücuda gelemez.”
Dünya Güneş'ten bir ateş parçası olarak koptuğunda, sürekli hareket ve faaliyet sonunda bugünkü şeklini almamış olsaydı, karalar, denizler, ormanlar, ceylanlar, balıklar, kuşlar ve nihayet insanlar hep yoklukta kalacaklardı. Vücut hayır olduğuna göre bütün bu varlık çeşitlerinin vücuda gelmemeleri sonsuz ademleri, sonsuz şerleri netice verecekti.
Genç Sinan sürekli otursaydı Mimar Sinan olamazdı. O zaman, Süleymaniye de ademde kalırdı, Selimiye de.
“Adem ise büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.”
Risale-i Nurlar’da vücudun hayr-ı mahz, ademin ise şerr-i mahz olduğu sıkça nazara verilir. Yokluğa göre taş olmak da bir nimettir, bir hayırdır.
Varlığın en ileri derecesini ise “Müslim sıfatıyla insan olmak” diye nazara veriliyor.
Adem şerr-i mahz olduğuna göre, biz de tembelce oturarak verimsiz-bereketsiz bir hayat geçirirsek, çalışmamızla ortaya çıkacak muhtemel bütün hayırlar, bütün güzellikler ademde kalır. İbadet yapmadık mı, ibadetten çıkacak hayırlar ademde kalır. Zekât vermedik mi zekâttan çıkacak güzel neticeler ademde kalır. İlim tahsil etmedik mi ilimden doğacak eserler ve kemaller ademde kalırlar. Bunların hepsi şerdir.
“Binaenaleyh faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuunatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir.”
Hareket olunca her zaman nefsimizin hoşuna gidecek neticeler ortaya çıkmayabilir.
Hayatımız hep gündüzle geçmez, gece de olacaktır.
Hep bahar olmaz kışa da girilecektir.
Tabiatta görülen gece-gündüz, kış-yaz, sert-yumuşak, güneş-bulut, sükûnet-fırtına gibi birbirine zıt hâdiseler, insan ömründe de hükmünü icra ederler. Tabiattaki bu hallerin hepsi faydalı, hepsi güzel olduğu gibi, bunların bir bakıma insan hayatındaki temsilcileri hükmündeki bu farklı ve birbirine zıt hallerin de hepsi güzeldir. Üstadımız bu güzellikleri ikiye ayırıyor: Bizzat güzel, neticeleri itibariyle güzel.
Sıhhat zatında güzeldir, hastalık ise günahlara kefaret olup insanın kalbini ebedî âleme çevirdiği ve onu duaya, istianeye sevk ettiği için “neticesi itibariyle güzeldir.”
“Evet bir şeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasında gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücud da teceddüd eder.”
Kudret kalemi aralıksız çalışıyor. Önceki gün dedelerimizi yazmıştı, dün babalarımızı. Şimdi de bizi yazdı. Bu nöbet değişiminde, gidenler dünyadan ayrılmanın teessürünü çekerken, gelenler ona kavuşmanın memnuniyetini yaşıyorlar.
“Hayat tasaffi eder,” ifadesi Lem’alarda biraz daha geniş şekilde şöyle yer alıyor:
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”(2)
Kâinatta sürekli faaliyet esas olduğu gibi, İslâm’da da çalışmak esastır. Tatil kavramının onda yeri yoktur. Tatil; atıl kalmak, tembelce oturmak, ömrünü “istirahat döşeğinde” geçirmek demektir. Bu ise ademi, yani yokluğu netice verir.
İnşirah sûresindeki şu âyet-i kerime çalışmaya teşvik noktasında çok mühimdir:
" Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul ." (İnşirah Suresi, 94/7)
Öte yandan, haftanın bayramı olan cuma gününü durumu müsait olanlar elden geldiğince namazla, Kur’ân okumakla, duayla değerlendirmeğe çalışırlar. Ancak, bu feyiz ve bereket günü, Müslümanın dünya işlerine çalışmasına mani değildir. Ezan okununcaya kadar, ticaretine, mesaisine ve işine devam ettiği gibi, namazdan sonra yine Allah’ın lütfundan rızkını aramak üzere çalışmaya devam eder.
Cuma ile ilgili şu ayet-i kerimeler bu noktada çok ibretli ve hikmetlidir:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 62/9, 10)
Hatta bazı âlimlerimiz “Namaz için nida edildiği zaman …” ayetini, hutbenin başlangıcında okunan ezan olarak tefsir etmişlerdir. Yani, zaruret halinde, birinci ezan ile ikincisi arasında bile alışveriş yapmak caizdir.
İnsan ibadet için yaratıldığı halde, Allah o insana dünya için çalışma noktasında bu kadar geniş bir imkân tanıyor. Bu ise çalışmanın ehemmiyetini çok güzel ortaya koyuyor.
Hayat, ibadetle ve helal dairesinde çalışmakla kemal bulduğu gibi, Üstad'ın ifadesiyle “menfi ibadet” olan hastalıklarla da kemal bulur. İnsan, “sabır, teslim, tevekkül, iltica, dua, istiane” gibi ulvî vazifeleri hastalıklarda daha bereketli olarak yapar.
Farz namazlar dışında, insanın terakkisine en fazla yardım eden ibadetler tefekkür ve sabırdır. Hastalığın ve musibetin derecesine göre sabrın da mükâfatı artar. Bazı hastalıklardan vefat edenlerin hükmen şehid sayılmaları bu noktada çok mühimdir...
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Lem’alar, İkinci Lem'a, İkinci Nükte.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü