"Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler..." Devamıyla izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, “O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.” Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin; Kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten اِنَّماَ اَمْرُهُ اِذاَ اَراَدَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder." (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam, Onuncu Kelime)

Burada bir noktanın ehemmiyetle altını çizmek gerekiyor: Üstad hazretleri bu misal ile âlemdeki harika nizamı nazara veriyor ve bu nizam ile bütün eşyanın bir şey gibi kolay idare edildiğine dikkat çekiyor. Bazı çevreler bu hakikati yanlış bir istikamete çekerek âlemin yaratılmasından sonra sanki Cenab-ı Hak varlık âlemini bir makine gibi çalıştırıp kendisi artık bir icraatta bulunmuyor, her şey otomatik olarak işliyor gibi sapık bir görüş sergiliyorlar.

Her canlı, Üstadın ifadesiyle bir zihayat makine olmakla birlikte, bu makineler yaratıldıktan sonra kendi hallerine bırakılmış değiller. Her şey her an değişiyor. Beşerin yaptığı makinalar sabit kalıp, tâ bir arıza verinceye kadar hiçbir müdahale olmaksızın çalışıyorlar; İlâhi makinalar ise daimî bir tebeddülat ve tağayyürat halinde. Meselâ, insan vücudunda yüz trilyon kadar hücre çalışıyor ve her saniyede yaklaşık elli milyon hücre ölüyor, yerlerine yenileri yaratılıyor. Hücre yapmak Allah’a mahsus bir mu’cizedir ve Cenab-ı Hak bu mu’cizeyi her insanda her an milyonlarca kez sergiliyor. Bu değişmeler ile insan bebeklik çağından çocukluk çağına geliyor, sonra gençlik iklimine giriyor, daha sonra ihtiyarlıyor ve sonunda ölümü tadıyor. Her insanın bütün vücudu her sene kademeli olarak yenileniyor. Şu andaki bedenimiz bir yıl önceki beden değil. Sadece beyin hücreleri birkaç yıl daha fazla ömür sürüyorlar, sonunda onlar da değişiyorlar. Beşerin yaptığı makinalar ise bir süre hiçbir değişim göstermeden çalıştıktan sonra tamire ve bakıma alınıyor. Çalışamaz hale gelenler bir tarafa atılıp yerine yenileri yapılıyor.

Bu büyük farkı görmezlikten gelip İlâhî icraatları insanın ilk yaratılışına verip, sonraki safhaları otomasyona bağlamak ancak mizah kitaplarında yer alabilecek bir aldatıcı oyundan başka bir şey değildir.

Kün” emri üzerinde çeşitli izahlar yapıldığı ve bazılarınca yanlış değerlendirildiği için bu meseleye birkaç cümle ile cevap vermek yerine bu konuda daha önce neşrettiğimiz iki yazının bir hülasasına takdim edeceğiz.

Ol Emri

“Ol” emrini inkâra kalkışanlar, bir asır önce bu dünya yüzünde yoktular. Şimdi ise varlık sahasında boy gösteriyorlar. Bu var oluş ya kendi iradeleriyle oldu, bu takdirde, “ol” emrini almak yerine, kendi kendilerine “olayım” dediler. Yahut iradeleri dışında var edildiler. Yâni “ol” emrine muhatap oldular.

Bu emir onların sandığı gibi heceli, sesli, mahreçli bir emir değildi. Zaten bu emrin canlı ve cansız her şeye verilmesi böyle bir anlayışa mâni.

Öyle ise bu emri nasıl anlayacağız? Bence meselenin en ehemmiyetli ciheti, buraya kadar olan kısmı. Yâni, şu mevcut eşya kendi iradeleriyle, kendi kudretleriyle mi yokluktan kurtulup varlık âlemine geldiler; yoksa bir emirle, bir kudretle mi?

Hiç kimse birinci şıkka “evet” diyemeyeceğine göre, ikinci şık sabit oluyor.

Bu emrin mahiyetine gelince:

Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin-i Râzi Hazretleri “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:

“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlânın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin yarattığını gösterir.”

İslâm âlimleri, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el” tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin, hiçbir engel olmaksızın, hemen meydana gelmesidir” demişler.

Üstad hazretleri bu mânayı veciz bir şekilde şöyle nazara vermiştir:

"Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten اِنَّماَ اَمْرُهُ اِذاَ اَراَدَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder."

Nur Külliyatından bir başka hakikat dersi:

“Eşya fena ve zevale gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.”

Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri mevzumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikate varırız:

Her şey, yaratılmalarından önce de Allah’ın ilminde mevcuttu. İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.

O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânasını ifade eder.

Hidrojen ve oksijen “ol” emriyle birleşir ve su olurlar.

Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine “ol” emriyle.

Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: Alaka ol. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki, nutfeye doğrudan “insan ol” denmemiş, sadece “alaka ol” denmiştir. Eğer “insan ol” emri verilseydi bebekler, rahimlerde bir anda teşekkül ederlerdi.

Üstad hazretleri hayatın mahiyeti hakkında verdiği müselsel bir hakikat dersinden birisinde “hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı” buyurur. İşte, ilim dairesinden kudret dairesine geçmenin en yakın misalini kendi mahiyetimizde buluyoruz. Şöyle ki:

Biz zihnimizde bir cümleyi kurduğumuzda o cümle artık yok değildir, var olmuştur, ama henüz ilim dairesindedir, yani sadece bizim malumumuzdur. Bu cümleyi başkalarının da işitmesini irade ettiğimizde, ağzımızdan hemen o cümle dökülür. Sanki o cümle harice çıkmak için bir emir almış gibi, bir anda sesle kendini gösterir. Burada o cümlenin ilimden kudret dairesine geçmesi bizim irade etmemizle ve bir anda gerçekleşmiştir.   

Demek ki, “Ol!” emri, yok olan bir şeye değil, Allah’ın ilminde mevcut olan mahiyetlere verilmektedir. Bu mânayı Üstad’ın şu ifadelerinden anlıyoruz:      

Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var.”

Eşya zevale ve ademe gitmiyorlar, belki daire-i kudretten daire-i ilme gidiyorlar.”

Her iki ifadeyi birlikte tahlil ettiğimizde şu neticeye varıyoruz: Mutlak yokluk olmadığına göre, “ol” emriyle varlık sahasına giren mahluklar, yaratılmadan önce yine Allah’ın ilminde idiler.

Bir âyet-i kerîmede, ibda ve inşa birlikte nazara verilir:

“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi, o da oluverdi.” ( Âl-i İmran Sûresi, 59)                                              

Bu âyetin verdiği derse göre, önce Âdem peygamberin bedeni yaratılmıştır. Balçıktan yaratılan bu beden bir terbiyeden geçerek, ruhun misafir olmasına uygun bir noktaya geldiğinde, kendisine ruh ilka edilmiştir. Burada geçen “Ol!” emri için müfessirler “Canlı bir mahlûk ol” mânası vermişlerdir. Demek oluyor ki, zerrelere Âdem aleyhisselamın bedenini teşkil etmeleri için “ol” emri verilmiş, sonra da o bedene “Canlı ol!” emri verilmiştir. Burada iki ayrı “ol” emri verilmesi gösteriyor ki, “ol” emri, inşa ile yaratmanın bütün safhalarında da, çokça verilmektedir.

Ol” emrinin hakikati ne olursa olsun, varlık sahasına gelen her şeyin “ol” emri aldığı kesindir. Arıya “ol” emri verilmiş de “arı” olarak yaratılmıştır. Bir başkasına bülbül ol, bir diğerine koyun ol, daha başkasına deniz ol, güneş ol, ay ol, bedenimizdeki organlara göz ol, ağız ol, ciğer ol emirleri verilmiştir ki, böyle olmuşlardır. Aksi halde bu emri henüz yoklukta iken kendi kendilerine vermeleri gibi bir muhali kabul etmekle karşı karşıya kalırız.

Kader Risalesi’nin başında yer alan şu âyet-i kerîme de eşyanın daire-i ilimden daire-i kudrete geçtiğini ders vermektedir:

Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr Sûresi, 21)

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...