Nefis ve kalp birlikte akla bağlanıp ona göre mi yaşamalıdırlar? Kalbin nefisten öne geçmesi, istenilen bir durum değil midir? Akıl önde ise, neden sır, ruh, hafi gibi duygular kalbe bağlıdır? Risaleler ışığında bakar mısınız?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Ruh, insan mahiyetinin aslı ve esasıdır. Ruh bütün hasse ve duyguların efendisi ve yaşam kaynağıdır. Ruh basittir, bölünmez, parçalanmaz, eskimez, pörsümez, ölmez, dağılmaz, yaşlanmaz. Hayat ve şuur (akıl) ruhun bir hassesi ve vasfıdır. Ceset olmasa da ruhun hayat ve şuuru devam eder. Yani insan ruhu hem görür, hem işitir, hem konuşur, hem düşünür, hem hisseder, hem hatırlar, hem lezzet ve elemi hisseder. Hatta insan bedeni öldükten sonra, ruha münasip, ruh ayarında, bir latif kılıf giydirilir, ruh bütünü ile çıplak kalmaz.

Ruh bir cevherdir, asla değişmez, dönüşmez, başkalaşmaz, bir halden başka bir hale intikal etmez. Basittir, yani bileşken değildir, nefsi ile kaimdir, başka bir cevher ve araza muhtaç değildir. Ruh orijinaldir, asliyesini daima muhafaza eder. Bir şey, iken başka bir şey olmaz (felsefede özdeşlik prensibine işarettir). Ama ruh kendi orijinalliği içinde, asliyetini bozmadan tekemmül edip olgunlaşabilir. Sonuç olarak, cevher olan ruh asla araz olan maddeye dönüşmez.

Kalp, fiziki bedenimizdeki çam kozalağını andıran bir et parçasından ibaret değildir. Kalp, Allah’ın bir ihsan ve ikram eseri olarak bize verdiği vicdandan gelen hissiyat ile dimağdan, yani akıldan gelen fikirlerin depolandığı ve şekillendiği bir latife, bir duygudur.

Kalbi besleyecek ve onu çalıştıracak iki kanal, iki kutup vardır. Biri, yaradılışta insana takılan, hakkın ve doğrunun kıstaslarını taşıyan, hislerin toplamını temsil eden vicdandır. Vicdandaki hakka ve doğruya pusula olan hisler, kalbe uzanan ve onu besleyen ana damardır.

İkincisi ise dimağdır. Yani hakkı, batılı, doğruyu, yanlışı, zararı ve menfaati temyiz ve tefrik eden ve bunu fikir olarak kalbe ulaştıran ikinci ana damardır. Bir çeşit, kalbi besleyen ve şekillendiren iç ve dış etkenlerdir. Kalp, doğuşta boş bir sayfa iken, bu sayfayı dolduran iki kalem gibi çalışırlar vicdan ve dimağ.

Üstad Hazretleri bu manayı şöyle özetliyor;

"İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir."(1)

Nefis insan mahiyetinde maddi, cismani ve hayvani yönü temsil eden, nurani ve latif duyguların terakki ve tekemmülünde rakip olan bir cihazdır. İnsanın nebati ve hayvani bütün istek ve arzularını cem eden bir terimdir, diyebiliriz nefse. Kesif ve cismani olduğu için, Allah’ın isim ve sıfatlarının tamamının anlaşılmasında önemli bir miyardır. İnsan bu kesif nefsi ıslah ve terbiye ile nurani ve latif bir surete çevrilebilir. İşte nefsin mertebeleri bu ıslah ve terbiye sürecinin aşamalarından ibarettir.

Kalp, ruh, akıl, sır gibi duyguların hepsi birbirinden farklıdır. Lakin birbirleri ile irtibatlı çalışırlar. Nasıl göz ile kulak aynı bedenin intizamı için hareket ediyorlar ise; kalp, ruh ve akıl da insanın manevi ahenk ve nizamı için uyum ile çalışırlar.

İnsanın manevi mekanizmasının sağlıklı bir şekilde çalışıp işlemesi için önce vahyin akla rehberlik yapması, aklında marifet kesp ettikten sonra sair cihazlara rehberlik yapması iktiza eder. Yani ayetin akla, aklın da aşka rehberlik yapması gerekir.

(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, 7.Ayet Tefsiri.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 7.374
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

zerre16
iki şeye dikkat çekmek istiyorum. Birincisi; "kalbin, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır." ifadesinde dimağ vicdandan ayrı değildir. Çünkü, ruhun dört havassı olan ve vicdanın anasır-ı erbaası irade,zihin,his ve latife-i Rabbaniye'dir. Bu nedenle dimağ, yani zihin; vicdanın unsurlarındandır. Bu nedenle bu ifade şöyle anlaşılmalıdır. Kalbin, mazhar-ı hissiyatı vicdan iken, makes-i efkarı o vicdan içerisindeki dimağ'dır. (Yani dimağ, vicdandan ayrı bir unsur değildir!) İkincisi; Nefis, tekamüle rakip değildir. Bizzatihi, tekamüle vesiledir. Eğer nefis olmasaydı, insan latife-i Rabbaniye olan cevherleriyle bu alemde melek misal yaşar, tüm zevkini kurbiyetini İlahiyeden alır, bunu yegane maksat yapar ve manevi terakkiyeti sabit olur sonuçta tekamül olmazdı. Oysa nefis, onu bu alemde ordan oraya koşturarak, bin türlü şerait ve durumlara sokarak, yaşadığı her olayda tekamüle vesile olur. Yani rakip değil, tam tersine binektir. selam ile .
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
Nefis tekamüle bizatihi rakiptir bilvesile sebeptir demek daha yerinde olur. Çünkü nefis engeline takılanlar tekamül değil tedenni ediyorlar. Nefsin halkı rakip olmasa bile kullanımı rakiptir. Ayrıca bizatihi ile vesile kelimelerini aynı cümle ve aynı anlamda kullanmak bir paradokstur. Dimağ konusunda ise dimağ köken olarak değil işlevsel olarak vicdandan ayrıdır yani vicdanın ruhun bir rüknü olması dimağı kendine ait bir cevher yapmaz.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
zerre16

Allah Razı olsun.
Şunu ilave etmek gerekiyor:
"Bizatihi, tekamüle vesiledir." ifadesinde paradoks yok kanaatindeyim. Çünkü mana itibariyle "Zatıyla, tekamüle vesiledir" demektir. Tabiattaki her şey gibi nefis de mevcud olmasıyla (kendi varlığıyla)tekamüle vesiledir. Nasıl tabiatın görünen zahiri yüzü, mana-yı ismi cihetiyle kesrete düşürüp, tedenniye medar oluyorsa; nefis de aynı şekildedir. Üstad Hz.leri nefsin bu yönünü tabiata benzetmiştir. "Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin..."
"Hem, siz birer perde yaratılmışsınız; tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesîle olasınız..." (18.söz)
Yani alemdeki tabiat neyse, insanın beden aleminde de nefis aynı şeydir. Her ikisi de tedenni veya tekamüle zatıyla vesile olur. Burada açıkça ortaya konması gereken nefsin bir tuzak, bir engel şeklinde algılanmasının yanlışlığıdır. Yüce Rabbimiz, Rahman ve Rahim ismiyle insana her şeyi nimet olarak vermiştir-engel olarak değil-. Yani her fiil, hayırdır. Ancak insan, o nimetlerdeki su-i tasarrufu cihetiyle hayrı şerre kalbeder.
"Ve kad hâbe men dessâhâ." (Şems:10)
"Nefsini karanlığa sokan hüsrana uğramıştır".
Yani bir şeyin tasarrufu, onun mahiyetine halel getirmez, mahiyet-i asliyesini değiştirmez.
Ancak şu kadar var ki tabiat nasıl doğru bir nazarla (mana-yı harfi) insani tekamüle vesile oluyorsa; aynı şekilde nefis de öyledir.
Nefis nasıl mana-yı ismi nazarla tabiata bakmasıyla bir zulmete, karanlığa giriftar oluyor aynı şekilde kendi zatına da kendi hesabına bakmakla aynı zulme, aynı karanlığa giriftar oluyor, asardaki bin bir esma-yı İlahiye manalarını inkar ile küfre vesile oluyor.
Ama, nefis; Sani-i zülCelal'in içimizde vaz ettiği kötü şey değildir. Bunun doğru anlaşılması gerekir. Arzın her köşesindeki koşmalarımız, hatta atomun, hücrenin içine bakmaklıklarımız, alemde çiçek arayan arılar gibi koşuşturmalarımız nefis sayesinde oluyor. İnsan da, eserlere ulaşıyor, onların arkasındaki mana-yı esma-yı İlahiye ballarına ulaşıyor, tadmakla iman ediyor.
(İnşallah, bu yazıya nefsimiz müdahil olmamıştır)
Selam ile.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...