On Üçünçü Lem'anın Beşinci İşaret'ini genel hatlarıyla açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Üstad Hazretleri burada, insanın günah işleme kabiliyetini ve günaha sevk eden hissiyatları tahlil ediyor. "Doğruya ve güzelliğe sevk eden o kadar sebep ve vasıtalar varken; yanlışı ve çirkinliği de meneden o kadar yasaklayıcı unsurlara rağmen, insan nasıl olur da bunlara aldırmadan günah işleyebilir ve yanlışa sapabilir?" diye, meseleyi güzelce tasvir edip, sonra cevabını veriyor.
İnsanın, şeytanın hilelerine kapılması ve nefsin aruzlarına mağlup olması, imansızlıktan ve imanın zayıflığından kaynaklanmıyor. İnsanda iradeyi dinlemeyen bazı hissiyatlar vardır ki, bu hisler galip olduğu zaman, onun iman ve iradesi tesirsiz kalıp, kişiyi günaha sokabiliyor.
İnsandaki şehvet, öfke ve nefis, şeytanı sürekli dinleyen ve ona itaat etmeye meyilli hissiyatlardandır. Bu gibi hissiyatın baskısı ile insan, iradesine hâkim olamayıp, günaha saptığında küfre girmiyor. Şayet günah işlemek küfür olsa idi, bu insanın kaldıracağı ve takat getireceği bir sorumluluk olmazdı. Allah, Kur’ân'da "insanlara kaldıramayacağı yükü yüklemeyiz" (bk. Bakara, 2/286) diye açıkça ilan ediyor. Bu yüzden Allah, günahlara karşı insana tövbe ve istiğfar yolunu gösteriyor.
Öyle ise Allah’ın, Kur’ân'da şiddetle bizi istikamet ve takvaya davet etmesi, ne insanı ithamdır ne de bir israf-ı kelamdır; ancak şeytanı dinleyen kuvvetli hissiyatları bir tadil ve bir korkutmaktır.
Batıl mezhep olan Mutezile'nin iddia ettiği gibi; günah işlemek ne küfürdür ne de şirktir. İnsanın hissiyatlarının galebesinden çıkan arizi bir durum olup tövbe ve istiğfar ile imha edilebilir.
"Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber, benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsnüzannı ve irtibatı varken, kalpsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı; onun lehinde, benim aleyhimde bir vaziyete geldi. 'Fesübhânallah' dedim. 'İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir insandı!' diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim."
"Sonra, sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahilhamd hem Kur'ân-ı Hakîmin azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu; hem ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını hem günah-ı kebâiri işleyen küfre girmediğini hem Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi 'Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.' diye hükümlerinde hata ettiklerini hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenâb-ı Hakka şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünkü sabıkan dediğimiz gibi, şeytan, cüz'î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile hem nâkile iki cihaz hükmündedir." (Lem'alar, On Üçüncü Lem'a, Beşinci İşaret.)
İnsanda iradeyi dinlemeyen hisler galip olduğu zaman, onun iradesi tesirsiz kalıp, kişiyi günaha sokabiliyor. İşte imanın bu tesirsiz ve zayıf anını, Peygamber Efendimiz (asm) bazı hadislerde; "iman çıkar sonra tekrar gelir" şeklinde beyan etmiş. Yoksa iman hakiki manada çıkıp gelmez.
Bir insan ne kadar günahkâr olursa olsun, inkâr etmediği müddetçe küfre girmez ve kalbi mühürlenmez. Bir müminin işlediği günahtan sonra tövbe ve nedameti vaciptir. Bu nedamet ise -inşallah- lekeyi siler, günahı izale eder ve temizler.
Dolayısıyla günahlara giren bir müminin, imanından şüphe etmesi yeistir, ümitsizliktir ve şeytanın dehşetli bir vesvesesidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
''İnsanın, şeytanın hilelerine kapılması ve nefsin aruzlarına mağlup olması, imansızlıktan kaynaklanmıyor; hatta imanın zayıflığından da kaynaklanmıyor.'' yazmışsınız. Fakat imanın kuvvetli yada zayıf oluşu ile, işlenen günahların büyüklüğü ve küçüklüğü arasında doğru bir bağlantı yokmu ?
Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalpsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. “Fesübhanallah” dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir insan idi diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim.
Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahi’l-hamd hem Kur’an-ı Hakîm’in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zayıflığınden olmadığını hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini hem Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.” diye hükümlerinde hata ettiklerini hem benim o bîçare arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenab-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum. On Üçüncü Lema
Günahların sürekli ve istikrarlı bir şekilde işlenmesinin elbette imanın zayıflığı ile ilgili bir orantısı bulunuyor. Ama bazen imanı kuvvetli olan birisi de hissiyatına mağlup olup bir an günah işleyebilir ama imanı güçlü olduğu için çabuk toparlar.