"Ruh" nedir?
Değerli Kardeşimiz;
Ruh için aşağıdaki tarifler yapılır:
“Can, canlılık, nefes, Cebrail (a.s.)...”
“Bir kanun-u zîvücud-u haricî” (Hariçte müstakil bir varlığı bulunan bir kanun) (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)
Ruh; emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Bedenden ayrılınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.
Akıl, “emir âleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi. “Emir âlemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif gibi kelimelerin o âlemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkûm akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Hadis-i kudside; “Kendini bilen rabbini bilir” buyuruluyor. Bediüzzaman Hazretleri de; “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...” diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek O’na ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz? Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı vasıflarından söz edebiliriz:
Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir. Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekânı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer:
Meselâ; bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı. Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddî uzuvlarla ortaya çıkar.
Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
Bazı insanlar Peygamber Efendimize (asm) ruh nedir? diye sordular. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: “Sana ruhtan sual ederler. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsrâ Sûresi, 85)
Gelen ayet gayet netti: “O, rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü muhatapların söyleneni anlamasına imkân yoktu.
Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında bir takım tahminlerde bulunsak, “Uzundur veya kısadır” desek, “Bedenin şurasında veya burasındadır.” “Şu veya bu renktedir.” gibi lâflar etsek yanlış hüküm vermiş oluruz. Çünkü ruh, beden cinsinden değildir. Biri hane ise diğeri misafir, biri tezgâh ise beriki ustadır.
Ne bir evin bölmeleri, insanın organlarına benzer, ne de tezgâhın aksamı ustanın azalarına.
Beden ve kâinat... Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise lâtif ve nurânî. O halde, ruhun mahiyeti hakkında ne bu beden bize bir bilgi verebilir, ne de şu âlem.
Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler yanıltıcı olmaya mahkûm... Toprağa bakıp yerçekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey.
Ruh, zatıyla bedene benzemediği gibi, onun gördüğü işler ve yaptığı icraatlar da bedeninkiyle kıyas kabul etmez.
Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Gözden akan yaş, ruhtaki üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi.
Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehadet âlemine hâkimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor.
Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, yazı ile mâna arasındaki ilgiye benzer.
Yazı mânanın bedeni, mâna onun ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda, ne içindedir, ne dışında...
Mâna, hayatiyetini devam ettirmek için yazıya muhtaç değildir. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, yazıya yahut konuşmaya görev düşer.
Söylenen bir söz, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mâna ise ondan sonra da varlığını sürdürür.
Mâna yazıdan önce de vardı, onunla birlikte göründü, ondan sonra da varlığını devam ettirmede.
RUHUMUZDAKİ İŞARETLER
İnsan kendi ruhunda, birçok Rabbanî hakikatlara işaretler bulabilir. Ancak, bu işaretleri hakikata tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerekiyor.
İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli.
Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Bu işaretlerden birkaçı:
Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez.
Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da organların özelliklerine benzemez.
Ruhun bir meseleyi anlaması, midenin bir lokmayı hazmetmesinden çok farklıdır.
Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin ve maddenin özellikleridir. Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir.
Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
BEDENİN HAKKI
Otobüsümüz süratle yol alırken, ben, hoş bir ahenk ile akan nehri seyrediyordum. Bir adam arabasını nehrin kenarına çekmiş yıkıyordu. Bu sahneye pek aldırmadım. Yine nehri seyre koyuldum. Biraz sonra, atını yıkayan bir köylüye gözüm takıldı. İlk manzarayı yeniden hatırladım. “Kimi arabasını yıkar, kimi atını.” diye geçti içimden.
Derken nehirde yıkanan bir adam gördüm.
Bu üçüncüsüyle birlikte şu hadis-i şerif hatırıma geldi:
“Haftada bir defa bütün vücudunu yıkaması, bedenin insan üzerindeki bir hakkıdır.”
Şimdi her üç manzara da gerilerde kalmıştı. Ama onları düşünmeme, hayal etmeme bir mâni yoktu. Çünkü, ruh ne mesafe tanırdı, ne zaman.
Araba, at ve beden... Üçü de yıkanıyordu. Her üçünde de iki ayrı mahiyet söz konusuydu: Yıkayan ve yıkanan.
İlk ikisinde bu farklı mahiyetler açıkça görünüyordu. Ama; üçüncüsünde bir derece perdeliydi. İşte bu hadis-i şerif ile o perde kaldırılmış ve hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya konulmuştu:
Yıkanan bedeni, yıkayan birisi vardı. O ise ruhtan başkası değildi.
Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var. Bunlardan birkaçı:
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir.
“Göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder.” (Sözler)
Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?
Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.
Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere...
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Ruhun
Ruhun vücudu haricisi: Böyle denilmesinin sebebi, ruhun vücud-u haricisinin kudretten gelmesine yani yaratılmasına nisbetendir. Ruh, halk âlemindendir; bu cihetle ruhun harici vücudu denir. Ruh, bu vücud-u hariciye ilk yaratılmasından itibaren her zaman sahiptir. Cismani beden içinde bile bu vücud-u haricinin içindedir. Ama bilindiği üzere, ruhun bizzat kendisi ise (esası itibariyle), irade sıfatından olup, emir âlemindendir. Bu cihetle Sad-ı Taftazani gibi bazı zatlara göre yaratılmamıştır, mec'uldür.
Ruhun vücud-u hissiyesi: Ruhun zişuur olması vücud-u haricisi iledir. Şuur ve latifeler, vücud-u haricisinde kodlanmıştır. Bu cihetle aşağıdaki ifadede Üstadımız "vücud-u hissi" tabirini kullanır.
Ruhun gılaf-ı latifi: Diğer bir tabir ile "Seyyale-i latif"dir. Bu tabirlerin sebebi, ruhun su gibi olmasına işarettir. Nasıl ki su, hangi çeşit kaba girse, o kabın şeklini alır. Ruh da vücudu haricisiyle bulunduğu kabın yani gılaf-ı latifin şeklini alır. Yoksa ruh, vücud-u haricisi olmadan hiçbir kayıt altına alınamazdı. Gaz ile tüp misali gibi... Gılafı yani kabı ise beden-i misaliyesidir.
Ruhun bedeni misalisi: Beden-i misaliyi iyi anlamak gerekir. Evvela beden-i misali, görünen bedenin aksine manevî ve misali bir bedendir. Vücud-u haricisinden başka ikinci bir vücudu olup ruhun elbisesi, kabı ve bedenidir. İnsan, bu elbiseyi ve misali bedeni ölümünden sonra giyer. Üstadımızın tabiriyle;
Ruhun mahiyetini tam bilemediğimiz gibi, onun “gılâf-ı lâtifi ve beden-i misalîsi” hakkında da fazla bir şey söyleyemeyiz. Ancak, meleklerin ruhanî varlıklar olduğu noktasından hareketle şöyle düşünebiliriz:
Meleklerin müstakil şahsiyetleri olduğu gibi, onları birbirinden ayıran ayrı birer gılafları da olmalıdır. Meselâ, Cebrail (as.) ve Azrail (as.) beraber bulunduklarında onları birbirinden ayıracak müstakil şahsiyetleri vardır. Aynı şekilde, berzah âlemine göçmüş ruhlar da birbirleriyle görüştüklerinde o latif gılaflar sayesinde görüşürler.
Bir yumurtanın iç kısmı ile kabuğu arasında ince bir zar olduğunu görüyoruz. Bu zar, o kalın kabuğa göre latif bir gılaf gibidir. Yumurtanın kabuğu ile özü arasına ince bir zar yerleştiren hikmet ve rahmet, ruha da ona münasip bir gılaf-ı latif giydirebilir.
Beden-i misalinin en mühim hâsiyeti ise kişinin ahlakına, itikadına, fıtratına, amellerine göre şekil almasıdır. İnsanın mesh-i manevisi, manen zayıflama veya kuvvetlenmesi bedeni misalisiyledir. Eski keşif ve mütekellimin zatlar, ehli dalalet için "hayvan-i ruh" diye kısmen keşf ve hadsettikleri mana bu olsa gerektir. Ama peygamberlerin ve müttakilerin beden-i misaliyesi ise "melek-i ruh" gibidir, hatta daha nuranî ve ulvidir.
Ruh-u Muhammedî, “nur ve nur kabiliyetindedir, evliyâ kalblerinden daha latiftir, vefat edenlerin ruhlarından da, meleklerden de daha hafiftir. Misâli bedenlerden de daha zariftir.”
Yani bir insanın aynadaki misâli onun bedeninden ne kadar latif ise Resûllulahın ruhu o misâli bedenden o kadar, belki daha latiftir.
Cism-i Muhammedî’ye (asm.) gelince, onun o mübarek ruhu cismine galip olduğundan, o cisim de ruh süratinde mi’raca çıkacak bir mahiyettedir. O en nuranî ruhun emrinde bulunan cism-i Muhammedî mi’rac yolculuğunda o münevver ruha arkadaşlık etti ve arşa kadar onunla beraber gitti.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, Lemeat.
2) bk. age., Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
3) bk. Sünuhat.
4) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a.