"İnsanın ayine-i fikrindeki malumatın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle malumdur..." Bu cümlenin Muhyiddin Arabi Hazretlerinin düşüncesine tatbiki açıklar mısınız?

"İnsanın ayine-i fikrindeki malumatın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle malumdur..." Bu cümlenin Muhyiddin Arabi Hazretlerinin düşüncesine tatbiki açıklar mısınız?
Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Tecelli, kelime olarak görünmek, bilinmek ve meydana çıkmak manasına geliyor. Mesela, Allah’ın kudret sıfatı görünmezken, tecellî ile bilinip görünüyor. Burada Allah’ın kudret sıfatı, mahluk değildir, ezelî ve ebedidir. Tecellî ise mevcudat ile hasıl olan, arizi ve sonradan ortaya çıkan bir hâl olmasından dolayı mevcudat gibi mahluktur.

Burada temel ve değişmez bir ölçümüz vardır: Allah ve sıfatları ezelî ve ebedî olmasından dolayı asla ve kata mahluk değildirler. Bunun dışında aklımıza gelen veya gelmeyen her şey mahlûktur ve hadistir, yani sonradan yaratılmıştır.

Varlık vacib ve mümkün olmak üzere ikiye ayrılıyor. Allah, vacibü’l-vücuddur; yani varlığı zatındandır, ezelîdir, ebedîdir, olması vacib, olmaması muhaldir; her türlü noksanlıklardan ve kusurdan münezzehtir.

Mümkün olan varlık ise, Cenab-ı Hakk’ın yaratmasıyla var olmuş, varlık sahasına çıkarılmış, kusur ve fenadan masum olmayan varlıklardır; olup olmaması müsavidir. Bir zamanlar yoktuk, onun lütfuyle var olduk, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz. Daire-i ilminden daire-i kudrete geldik. Daire-i kudretten yine daire-i ilmine geçeceğiz. Biz ezeli değiliz, ama Allah’ın Baki ismine mazhariyetle ebediyiz. Bizim vücudumuz Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının, cemal ve kemalinin bir aynasıdır.

Mümkün varlıklar, Cenab-ı Hakk’ın vacib varlığının yanında çok basit ve zayıf kalıyor, hatta yok denecek kadar anlık oluyor. Bütün ışıkların, güneşin ışığı yanında sönük ve basit kalmaları gibi; mümkün varlık da vacib olan varlığın yanında fark edilemeyecek kadar zayıf kalıyor. İbn-i Arabi gibi Allah dostları da bütün dikkat ve nazarlarını vacib olan Allah’ın varlığına hasrettikleri için; “Lâ mevcuda illa hû” demiş, Allah’tan başka varlık tanımamışlar, mahlukatın varlığını yok saymışlarıdır.

“... O derece Vücud-u Vâcib, râsih ve hakikatli ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu evham ve hayal derecesine indirmişler, لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demişler. Yani,'Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut unvanına lâyık değillerdir.' diye hükmetmişler.” (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam)

Bütün mahlukat âlemi Hâlık isminin nurunun gölgesidir. Yani, insanın gölgesine insan denemeyeceği gibi, Allah’ın vacib olan varlığına nispetle de bu kâinat ve içindeki eşya ancak bir gölge gibi kalırlar.

İbn-i Arabi Hazretleri kâinat aynasında tecellî eden isim ve sıfatların nakışları olan mevcudata varlık unvanı vermiyor. Bu varlıkları, yani fotoğrafa yansımış olan şeyleri yok sayıyor, aynadaki misali olan tecellileri de Allah’ın isim ve sıfatlarının aynı görüyor.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 42.610
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

ozgur25
çok güzel izah tebrikler
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
arifavci
Maasalah...barekallah.... Almanyadan size bir aynada ben oluyorum... ( ehli sunnet inancina gore ama..) Allah sizden razi olsun abiler...
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
sancaktarân

"İnsanın zihni, hayali, bu âyine misaline benzer. Şöyle ki: İnsanın âyine-i fikrindeki malûmatın dahi iki vechi var: Bir vecihle ilimdir ve bir vecihle malûmdur. Eğer zihni o malûma zarf yapsak, o vakit o malûm mevcud-u zihnî bir malûm olur; vücudu ayrı bir şeydir. Eğer zihni o şeyin husulüyle mevsuf yapsak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u haricîsi vardır. O malûmun vücudu cevherî dahi olsa, bunun gibi arazî bir vücud-u haricîsi olur." Bu misali izah eder misiniz?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)

"Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

"İşte bu temsile binâen, "Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur" denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; "Güneşten başka içinde birşey yoktur" demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller.

İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki: "İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı bir şeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmunvücud ve cevheri dahi olsa, bunun ki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

Güneşin ayna içinde ki görüntüsü güneşin kendisi ile eşdeğer değildir ve onun aynısı olamaz. Yani ayna içinde ki güneş ile gerçek güneş iki farklı şeydir. Çünkü gerçek güneşin ayna içinde yerleşmesi onunla hemhal etmesi imkansızdır.

Ama ayna içinde yansıyan görüntü güneşten tamamen bağımsız güneşle hiç alakası olmayan bir şeyde değil. Nihayetinde ayna içinde ki görüntü güneş hakkında bize malumat veren muazzam bir ipucu ve delildir. Hatta ayna içinde ki güneşin görüntüsü güneşin tabiri yerindeyse bir prototipi gibidir.

Bu sebeple güneşe odaklanan sadece güneşi varlık olarak telakki eden bir zihin ayna içinde ki güneşin timsalini güneşten ayıramıyor onu aynı güneş telakki ediyor. Bu sebeple hem aynaya hem de ayna içinde güneşin görüntüsüne güneş diyor. Vahdet-i vücudun yaptığı budur.

Oysa ayna ayrı ayna içinde ki güneşin yansıması ayrı ve güneş apayrıdır.

Güneş burada Allah’ı ve sıfatlarını temsil ediyor. Ayna kainatı ve eşyayı temsil ediyor aynada ki görüntü ise Allah’ın isim ve sıfatlarının eşya üzerinde ki tecellilerini temsil ediyor.

Bu tecelliler Allah’ın isim ve sıfatlarının birer yansıması olunca sıfatla aynı telakki edilmiş. Tecelli ile eşya iç içe ve girift bir şekilde olduğundan eşyaya da sıfat muamelesi yapılıyor.

Ekmek, rızık ve Rezzak üç farklı kavramdır. Ekmek eşyadır, rızık manası tecellidir Rezzak ise İlahi bir isimdir. Zihin Rezzak manasına kilitlenip odaklanınca üç farklı şey bir şey gibi telakki ediliyor. Yani ekmek ve rızık kavramları Rezzak olarak algılanıyor. Oysa ekmek Rezzak değil Rezzak isminin bir tecellisi ile meydana gelen maddesel bir bileşendir. Rızık kavramı ise insan zihninin tecelliye yüklediği anlamdır.

Güneş Rezzak ayna ekmek ayna içinde ki görüntü ise rızıktır. Üç farklı şeyi birlemek ve teklemek ise vahdet-i vücuttur. Şayet bu birleme ve tekleme işlemi aklen ve ilmen yapılırsa bu dalalet ve sapkınlığa gider ama muhabbet ve istiğrak şeklinde kalbi bir halde kalırsa manevi bir kemaldir.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...