"Sıfat" ve "Şuûnat" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Sıfat; “vasıf, hâl, keyfiyet, nişan, alâmet”, “zâtın bazı ahvâline delâlet eden bir isim” demektir.
Cenab-ı Hakk’ın zâtının mahiyeti bilinmez, ama zâtının varlığına mahlûkat adedince şahitler vardır. O’nun mukaddes sıfatları da kemaliyle idrak edilemez; ancak o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir.
İlâhî sıfatlar, “sübutî” ve “selbî” olmak üzere iki gruba ayrılır.
Sübutî sıfatlar, İmam Eş’ariye göre, “hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (işitme), basar (görme), kelâm” sıfatlarıdır. İmam Maturûdî ise bunlara ilave olarak “tekvin” sıfatını da bir İlahi sıfat kabul etmiştir.
Bu sıfatların hepsi ezelî ve ebedî, hepsi sonsuz ve mutlaktır. Onlarda ne bir azalma ne de artma düşünülebilir. Meselâ, hayat, Allah’ın bir sıfatıdır. Ezelde ne ise ebedde de aynıdır. Bu hayatta ne bir azalma olur, ne de artma olur.
Şuunat; şe’nin çoğulu. Şe’n için Türkçemizde tam bir karşılık bulamıyoruz. En yakın mânâ olarak “şan, hâl, tavır, kabiliyet” deniliyor.
Hâlık (yaratıcı) Allah’ın bir ismidir. Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yani, yaratıcı olmak Allah’ın şanındandır. Bu hâlıkıyetini icra etmek diledi mi bu dilemeyi, yani bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takip ediyor ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor. Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.
Rab da Cenâb-ı Hakk’ın bir başka ismi. Rab, yâni terbiye edici. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’ni.
Bütün İlâhî isimler böylece düşünüldüğünde her birinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.
Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’n.dir. Allah da mahlûkatını sever ama bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için “mukaddes” kelimesi kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. İşte bunu zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor. Bunlar da şuunat-ı İlahiyedendirler.
Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır.” hakikatından hareket ederek, kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.
Allah’ın zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddes. Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse, ne hayaller kursa Allah’ın zâtı ve şuunatı bunların hiçbirine benzemez; hepsine benzemekten münezzehtir.
“İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’unşuunat-ı kudsiyesineâyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlar ile Zât-ı Akdes’inkudsiyetine ve gına-yımutlakınamünasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.” (1)
İnsan ruhu, derinliğine erişilmez ve genişliğine akıl ermez bir manevî umman. İnsan kalbi, bütün İlâhî isimlerin tecellilerinden bir nakış, bir işaret taşımakta.
İnsan ruhundaki bazı hisler inkişaf etmişler, bazıları ise etmemişlerdir. Etmeyenlerin haricî âlemle fazla işleri yoktur. Bütün faaliyetleri iç âlemde görülür. Coşmaları da içerdedir, sakinleşmeleri de. İçeride genişler, içeride derinlik kazanır, içeride yükselir ve alçalırlar.
Bazıları ise inkişaf etmişlerdir. Yani, dış âlemle irtibat kurmuşlardır. Meselâ, ruhtaki görme sıfatı, göz vasıtasıyla dış âlemdeki eşyayı görmekte ve insan ruhuna, semaları, denizleri, dağları seyrettirmektedir. Kulak, sesler âlemiyle, dil ise tatlar âlemiyle ilgi kurar ve ruhu o âlemlerde gezdirir.
Ruh, inkişaf eden bu hislerle âlemleri dolaşırken, inkişaf etmeyen hisleriyle, çok daha ulvî mânâlara yönelebilmekte, yaratılış gayesi olan, iman ve marifet sahasında çok daha yüksek hedeflere yürüyebilmekte, uzanabilmektedir.
İşte konumuz olan hakikat dersiyle, insanın bu engin sermayesine işaret edilmekte ve kendini bu mânâda değerlendirmesi için de kılavuz olacak bazı kaideler oraya konulmaktadır.
Otuzuncu Söz’de, insandaki sıfatlar âleminin nasıl değerlendirileceği ve bu sıfatlardan İlâhî sıfatlara nasıl intikal edileceği açıklanır. Burada ise, daha çok İlâhî şuunata dikkat çekilir.
Bize verilen bu zengin sermaye ile İlâhî sıfatlar ve şuunat sahasında bir derece marifet kazanmak istediğimizde, şu iki şartın mutlaka yerine gelmesi lazımdır:
Düşüncelerimizin, hükümlerimizin ve bu sahalara olan imanımızın, “Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık” olması.
Bu iki şart üzerinde biraz durmak gerekiyor:
Meselâ, ‘sevmek’, “memnun olmak” dediğimizde hemen kendi sevgimizi ve memnuniyetimizi ölçü alır ve Allah’ın sevgi ve memnuniyetini bunlarla anlamaya çalışırız. Hâlbuki insanın aklı gibi, hayali ve his dünyası da mahluktur. Ve Allah’ın bir sıfatı ‘Muhalefetü’n-lil-havâdis’tir. Yani, Allah, kendi yarattığı mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.
"Havâdis", hadis olanlar, sonradan yaratılanlar demektir. Allah ise Kadimdir, Ezelîdir. Ezelî olanın, ne zatı, ne de sıfatları hâdis olanların zatlarına ve sıfatlarına benzemez.
O halde, insan kendi sıfatlarının mahlûk ve sınırlı olduklarını ve İlâhî sıfatların bunlarla bilinmekten ve anlaşılmaktan münezzeh ve mukaddes olduğunu, öncelikle, dikkate almalıdır.
Bizdeki sıfatlar İlâhî sıfatların ancak varlıklarını bildirebilir, mahiyetleri hakkında hiç mi hiç fikir vermez.
Sıfatlar için söylenenler, şuunat için de aynen geçerlidir. Allah’ın ne sevmesi bizim sevmemizse benzer, ne de memnuniyeti bizim memnuniyetimize.
Biraz da ikinci şart olan “gına-yı mutlaka münasip olma” üzerinde duralım:
Allah mutlak ganidir, yani mahlûkatın hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur. Zira o şeylerin hepsini yaratan kendisidir. Yaratanın, yarattığına muhtaç olması ise düşünülemez.
Allah, güneşin ışığına muhtaç olmadığı gibi, kalbin imanına ve muhabbetine de muhtaç değildir.
İftihar etmek, müferrah olmak gibi mânâları düşünürken, bunların, bizde olduğu gibi, bir ihtiyaçtan doğmuş olamayacağını, Allah’ın her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve Gani olduğunu özellikle dikkate almamız gerekiyor.
İşte insan, bu iki şarta riayet ettiği takdirde kendi ruh âlemindeki birçok histen, duygudan ve mânâdan İlâhî şuunata karşı marifet yolları bulabilir.
Bu şartları taşımayan bir düşünce, insanı ancak sapıklığa, dalâlete sürükler.
Nur Külliyatı'ndan bu ince sırlara kapı açan anahtar cümleler:
“Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; her bir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur; her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; her bir âlîcenab zât, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır; her bir âdil zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi her bir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.” (2)
İnsan bu güzel misalleri hakikate tatbik ederken, ‘kutsiyet’ ve ‘gına’ şartlarını göz önünde bulundurduğu takdirde, İlâhî şuunatta nice marifetler kazanır ve bu sahada çok yol alabilir.
Bir öğretmen, öğrencisinin başarısından memnun kalıyor; onunla iftihar ediyor. Bir baba, çocuğunun başarısından mesrur oluyor; içi içine sığmıyor. Bu öğretmen ve bu babanın o çocuk üzerindeki hakları bellidir. Ona bazı şeyler öğretmişler, birtakım ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Hâl böyle olunca, Allah, “yarattığı ve her türlü maddî ve manevî nimetlerle imdadına koştuğu ve bütün bir kâinatı emrine, hizmetine verdiği” bir kulunun, imanlı ve faziletli olmasından, elbette kendi mukaddes varlığına münasip bir memnuniyet duyar.
Biz o memnuniyetin keyfiyetini bilemeyiz. Ama vicdanımız bize bu marifet dersini verir ve bizi bu konuda hassas davranmaya teşvik eder:
“Sen Allah’ın en mükemmel eserisin. Allah, eserini sever. Seni de bir eseri olarak sevdiğinde şüphe yok. Sen de rıza çizgisinde yürür ve helal dairesinde dolaşırsan, Rabbinin bundan kutsî ve İlâhî bir memnuniyet duyacağı da muhakkak. Öyleyse inanç, düşünce, his ve fiil âlemini O’nun razı olacağı şekilde tanzim et!”
Üstadımız; Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatla muamele ve idaresini nazara verirken, Rabbül âleminin zat ve sıfat ve esmasının tezahür, tecelliyat ve faaliyetini anlayabilmemiz için, dünyevi sultanların devair-i hükumet ve memleketteki muamelesini misal olarak gösteriyor.
Meselâ; bir sultanın hükümetin dairelerinde ayrı ayrı namları, vasıfları, nişanları ve alametleri vardır. Adliyede en büyük hâkimdir. Fakat bu adliye dairesi bir küçük mahaldeki ve bir insanın muhatap olacağı küçük bir adliyeden tut ta hükümetin, devletin ve en yüce idarecisinin muhatap olabileceği en büyük daireye kadar adli mertebeler vardır. Veya kumandanlık sıfatıyla o sultanın bir onbaşı makam ve mertebesinden tut ta yüzbaşı ve albay, oradan da Genelkurmay başkanlığına kadar makam ve mertebelere sahiptir. İlmiyeyi, mülkiyeyi, sıhhiyeyi... aynı şekilde değerlendirebiliriz.
Bu daire ve mertebelerde tezahürat ve faaliyet birbirine bakar, birbirini ikmal eder, birbirine kuvvet verir ve birbirini ispat eder nişan ve alametleri havidir.
Mesela askeriyeyi ele alırsak: Padişah ve sultan asker neferatına en küçük kumandanlık makamı olan onbaşılık dairesinden bakar, o makama göre onlarla muhatap olur. Yüzbaşılık ve diğer rütbe ve makamlar onlara ağır gelir tahammül hududunu aşar. Albay makamını da ancak alay dairesi kaldırır. O makama da alay kumandanı olan Albay yakışır ve hakeza. En büyük rütbe olan Genel Kurmay Başkanlığı ve Başkumandanlık makamına da bütün devair-i askeriye bağlıdır. Onun da hakkı budur.
Şimdi bu dairelerde faaliyetler birbirine bakar, birbiriyle ilgili ve alakalıdır. Onbaşılık dairesi mangayı, o ise takımı, o ise bölüğü, o da tabur ve alayı vs. ta orduya kadar birbiriyle ilgi ve alakaları vardır.
Ayrıca karacı, havacı ve denizcilerdeki devair birbirinden farklı olmakla beraber birbirini ikmal eder. Bunların içinde de karacılarda bulunan piyade topçu ve tankçılarda ayrı ayrı olup farklı hizmet ifa ettikleri halde yine birbirlerine bakan vazife, yetki ve vaziyetleri vardır.
Bütün bir memleket açısından baksak, bu defa memleketin bütün devairindeki ayrı ayrı vazife ve faaliyetler birbirinden çok farklı ve ayrı ayrı olduğu halde; birbirine benzeyen, birbirinin misali olan ve birbirini tekmil eden birbirinin içine girmiş devair ve hallerle doludur. Dolayısıyla bir saltanat bütün bu devairle beraber sultanın idaresinde yekvücut olarak vaziyet arz eder.
Fakat hangi daireyi hususi olarak ele alırsak, o dairenin müşahhas vaziyeti öne çıkar, o dairedeki diğer vaziyetler bir derece perdelenir. Meselâ; askeriyede emir komuta, mücahede ve muharebe ön plandadır. Fakat bu kısmın ilmiye, sıhhıye, mülkiye ve diniye devairine de ihtiyacı vardır. Çünkü bu devair olmasa ordu ve askeriye ikmal edilemez. İşte orduyu ikmal eden bu vaziyetler zahiren görünmüyor bir derece perdeleniyor. Diğer bütün devair ordudaki misal gibidir.
Bir insanın vücudundaki devair (daireler) de böyledir. Ruh sultanı bütün aza ve cihazatı idare eder. Bu idarede her bir aza duygu ve latifelerin durum ve vaziyetlerine muvafık tezahüratı vardır. Bu tezahürat ve tecelliyat birbirine bakar, birbirini ikmal ve isbat eder.
Meselâ; göz ile görür, kulak ile işitir, ayak ile yürür, akıl ile düşünür, kalp ile sever. Her bir aza ve latifenin kendine ait hususiyetleri ve faaliyetleri olduğu gibi biri birisiz hayatiyet ve vaziyetleri devam edemeyeceğinden veya müşkülat çıkacağından, vücut tamamen birlik ve beraberlik içerisinde varlığını sürdürebilir. Bu ise ruh sultanının varlığı, birliği, her işi bizzat yapması ve her bir duygu latife ve azalar da başka nam ve vasıflarla bulunması, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmesi, ayrılıkta gayrılık olmaması ve bütün bir vücuda tek şey gibi sahip ve hâkim olmasıyla ancak bu sayede bu vaziyetler gerçekleşebilir.
Mezkür misaller çerçevesinde Allah u azimüşşanın sualdeki tasarrufuna gelelim:
-Rububiyetin mertebelerindeki ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları…
Bir zerrenin Rububiyyetinden tut, ta sistemlerin terbiyesine kadar, her birine ayrı ayrı fakat birbirini tamamlayan terbiye şuunatı vardır. Bu şuunat tezahür ettiği yer ve mahallin mahiyetine göre, farklı farklı ta sonsuza kadar Rab ve Mürebbi isim ve unvanları alır. Mesela sineğin Rabbi, semanın Rabbi, âlemin Mürebbisi ve hakeza... sonsuza gider.
Ulûhiyetin dairesinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları vardır.
Ulûhiyet, ubudiyetle tezahür eder. Ulûhiyete ubudiyet arşından bakılır. Her bir mahlûkun ve her şeyin ulûhiyete mutlak teslimiyeti, kul gibi vaziyet arz etmesi ve her şeyin mutlak muti ve itaatle muvazzaf olması ve bu hakikatın büyük ve küçük her şeyde ve kâinatta genel bir kaide olması, Uluhiyet- i mutlakaya karşı gösterilen ubudiyet-i mutlakadır.
- Haşmetnuma icraatında…
Hücrelerden galaksilere kadar herkesi hayrette bırakan büyük ve yüce faaliyetlerin olması, bu hallerin insanların idraklerini ve ilimlerini aşması, hâdisata akıl sahiplerinin hayret ve heybetle bakıp seyretmeleri. Bu haşmetnuma faaliyetlerin her tarafa sirayet edip her yerde cerayan etmesi…
- Kudretin cilvelerinde ayrı ayrı…
Kudret; kuvvetin iradeyle beraber faydalı kullanılmasıdır. Atomlardan sistemlere kadar kudret her yerde kendini gösterip ispat ediyor. Tecelliyatın farkı mahlûkatın mahiyetiyle alakalıdır. Fakat bu faaliyet, kâinatın kudretle sevk ve idaresini intaç ettiğinden birbirini ikmal eder.
- Sıfatların tecelliyatı ise…
Meselâ; temizleme bir sıfattır. Zerrenin nezafetinden tut, kürelerin temizliğinden geç maneviyattaki nezahete ve nezafete kadar farklı farklı fakat aynı gayeye hizmet eden bir nezafet faaliyeti sonsuz temizleyici bir zatın sıfatını gösterdiği gibi, bütün bu sıfatlar Kuddüs olan Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri oluyor.
- Ef’alinde ve rengârenk sanatında…
Mezkûr misal ve hakikatler ef’al ve sanat-ı ilahiyede de geçerlidir. Âlemi ve kâinatı ef’al ve sanat ihata etmiş. Her bir mahlûkun mahiyet ayinesinde deracata göre sanat ve efal- i ilahiye farklı farklı, fakat aynı gayeye müteveccihen tezahür etmektedir.
Şimdi bu tecelliyatta eşyanın mahiyet ve vaziyeti hangi esma ve sıfatın tezahüratına müstait ise, o isdidata bakan esma ve sıfat öne çıkıyor, diğerleri bir derece gizleniyor. Meselâ; aslanda Cenab-ı Hakk'ın Celali isimleri öne çıkıp, Cemali isimleri gölgelendiği gibi, ceylanda ise Cemali sıfat ve isimler aşikare okunup celale taalluk eden esma perdeleniyor.
Çok hususi olarak bazı fertlerde bütün esma ve sıfat azami derecede tezahür edebilir. Netice olarak Üstadımız gerek Mirac Risalesinde ve gerekse Yirmi Dördüncü Söz'de bu hakikatleri nazara vermesinin sebebi Cenab-ı Hakk'ın Zat, Sıfat, Esma ve Ef’alinin kemalat ve kutsiyetini anlatmak ve izah etmektir. Çünkü efalin çokluğu ve mükemmelliği; ismin çokluğu ve mükemmelliğine, o da sıfatın çokluğu ve mükemmelliğine, o dahi şe’nin kesreti ve mükemmelliğine, o da Zat-ı Zülcelâl ve Zülkemalin kutsiyetine ve kemaline, varlığına ve birliğine delalet ederler.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a.
(2) bk. age., Altıncı Nükte.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü