"Şu kâinatta bütün eserler, mahlûklar, masnûlar hadsiz vücûdlariyle, hâlık ve sâni ve fâillerinin vücûd-u ef’âline ve esmâsının vücûduna ve evsafının vücûduna..." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Burada, Cenab-ı Hakk’ın hem Zâtının, hem şuûnatının, hem sıfatlarının, hem isimlerinin, hem bütün icraatlarının ve eserlerinin nihayetsiz kemalde ve cemalde olduğunu, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya doğru gösteriliyor. Eserden yola çıkılarak, eser sahibinin zatı, sıfatı, isimleri ve mahareti hakkında malumat ediniliyor.

Felsefe ve ilm-i kelamda, en sağlam yol ve en mukni delil, eserden müessire doğru gitmek olarak kabul edilmiştir. Yani, eser san’atlı ve hikmetli ise, eser sahibi de san’at ve hikmet sahibidir, neticesine ulaşmak gibi. Mükemmel bir esere sahip olmak için, mükemmel sıfatlara sahip olmak lazım gelir. O sıfatlar ise, zatın istidadından kaynayıp geliyor. O şuûnatın mahalli ve menbaı ise, Zat-ı Akdes'dir.

Bir eserdeki kemâl, fiilin kemâlini gösterir. Mesela, mükemmel bir hat, ancak hattatlık fiilinin mükemmel olmasının neticesidir. Bu fiilin kemâli de hattatın kemâlini gösterir. Mükemmel bir hat ancak mükemmel bir hattatın kaleminden zuhur eder.

Allah’ın mükemmel icraat ve san’atlarının arkasında, sonsuz isimler işliyor. O isimler, farklı mâna ve tecelliler ile eserlere güzellik katıyor. O mükemmel, sayısız isimlerin arkasında ise, ezelî ve ebedî, yedi sıfat duruyor. Bu yedi sıfat, yani hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar ve kelam isimlerin menbaıdır. Yani bütün isimler bu yedi sıfatın tecellisinden çıkıyor. Bu yedi sıfat, biri birisiz olmaz. Yani, ilim, kudretsiz; kudret ilimsiz olamaz. Hepsi birbirine lazım ve vacib derecesinde lüzumludur.

Bu mükemmel yedi sıfat da şuûnat-ı Zâtiye dediğimiz, Allah’ın Zâtına ait, anlamaktan aciz olduğumuz, ama varlığını ve tecellilerini gördüğümüz hal ve keyfiyetlerden kaynayıp geliyor. Lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese gibi.

Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’ndir. Allah da mahlûkatını sever ama bizim bir eseri sevmemiz gibi değil. İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için ““memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılır. Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama bu memnuniyet, bir padişahın kendisine itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir.

Allah’ın, bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir “lezzet-i mukaddesesi “vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.

“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır” hakikatından hareket ederek, kâinata nazar ettiğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismini tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez. Zira akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.

Bu şuûnatlar, sıfatların mebdeidir. Bu mükemmel şuûnat da, ezelî, ebedî ve sonsuz cemal sahibi olan bir Zât-ı Akdesi bize gösterip ispat eder. Mükemmelden mükemmel iş çıkar; sıradan, san’atsız, kusurlu işler çıkmaz. Bu sıralamayı her isim ve sıfat için tatbik edebiliriz. Kâinattaki bütün cemal ve kemaller toplansa, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz cemali ve mutlak kemali yanında bir lem’a ve parıltı mesabesinde kalır. İnsan aklı Zât-ı Akdes'in nihayetsiz cemal ve kemalini idrak ve anlamaktan aciz olduğundan, basitten başlar, mükemmele doğru kıyasla gider.

Şuûnat; şe’nin çoğuludur, Türkçede, haller, kabiliyetler şeklinde ifade edilmektedir.
"Sıfatları icraata sevk eden şuunattır. 'Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim de mahlûkatı yarattım.' hadis-i kudsîsinde Allah’ın bilinmek istemesi neticesi, İlâhî irade, kudret ve diğer sıfatların icraatıyla kâinat yaratılmıştır. Burada, 'bilinmeyi istemek' şuûnattandır."

"Aynı şekilde, lütuf ve kahır da, sıfatları icraata sevk eder ve layık olanlara lütufta bulunulur yahut ceza verilir. Bunlar da şuunattandırlar."

Kâinat yaratılmadan da Allah’ın rububiyeti yani terbiye ediciliği vardı, ancak henüz hiçbir varlığı yaratmamış ve terbiye etmemişti. İşte bu terbiye edicilik bir şe’ndir. Onu izhar etmek dilediğinde mahlûkatı terbiye etmiş ve onlarda Rab (terbiye edici) ismini tecelli ettirmiştir. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’nidir.

Hâlık Allah’ın bir ismidir. Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır. Allah, Hâlıkıyetini icra etmek dilediği zaman, bu dilemeyi, yâni bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takib ediyor ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor. Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.

Rab da yani terbiye edici Cenâb-ı Hakk’ın bir başka ismi. Rububiyet (terbiye edici olmak) ise şe’ndir. Bütün İlâhî isimler böylece düşünüldüğünde her birinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.

Allah’ın Hayat sıfatı bütün şuunat, sıfat ve isimlerin hakiki menba ve kaynağıdır, diyebiliriz. Bu, insan için de geçerlidir.

Bir fakire sadaka vermemizin ilk adımı kalbimizdeki merhamet hissinin harekete geçmesidir. Merhamet şuûnattandır. Onun sevkiyle sadaka vermeye karar veririz. Bu karar irade sıfatından gelir. Elimizi cebimize götürmemiz ve para çıkarmamız ise kudret sıfatıyla gerçekleşir. Demek ki, iradeyi de kudreti de faaliyete sevk eden, insandaki merhamet duygusudur.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 2.784
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...