"Tevekkül" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Tevekkül; “birisini vekil edinmek, işini ona bırakmak, işi başkasına ısmarlamak” gibi manalara gelir. Mefhum olarak ise tevekkül, “Gerekli olan bütün sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek ve O’nun takdirine razı olmak” demektir.
Müslümanın tevekkül anlayışını en veciz biçimde ifade eden şu hadis-i şerifi beraber okuyalım:
“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”(1)
Ve Risale-i Nur’da geçen özlü bir tevekkül tarifi:
“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”(2)
Müslüman, dünya hayatını daha güzel imkânlarla ve daha rahat bir şekilde geçirmek için gerekli sebeplere tam olarak teşebbüs eder, ama şunu da çok iyi bilir ki, "Bu dünya zevk ve lezzet yeri değil, ancak imtihan meydanıdır ve âhiretin tarlasıdır. İmtihanda, tarlada, sıkıntı vardır. Ferah, imtihan ötesi ve hasat sonrasıdır.” Bunun için dünyanın musibet ve sıkıntılarına karşı psikolojik olarak bir ön hazırlığa sahiptir.
O, herkesi misafir ve her şeyi geçici bilir. Hiçbir hâdiseye olduğundan fazla kıymet vermez. Ve ömrünü huzur içinde geçirir.
Gerçekten de tevekkül en büyük bir huzur kaynağıdır. İnsanın önünde çok menziller var. Kabre girmeden önce çoğu zaman, hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da uğrar. Bütün bu safhalarda insan tevekkülsüz yaşayabilir mi?
Bir hasta, muayene olma ve ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanıbaşında onun iyileşmesini beklemektedir. Bu ikili bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir.
Tevekkül, hastalığa olduğu gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara karşı da en sağlam zırhtır. Bundan mahrum olanların tenleri hangi cins kumaşla sarılı olursa olsun, canları her an iğnelenmekte, huzurları daima zedelenmektedir.
Mümin, sebepler dünyasında yaşadığının, ekmeden biçemeyeceğinin şuurundadır. Bunun yanında toprak zerrelerinin insanı tanımaktan, onu merhamet etmekden çok uzak olduğunu ve gıda maddelerini yapacak ilme, kudrete ve iradeye de sahip bulunmadıklarını da çok iyi bilir.
Sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül eder. Zira ağaçtan meyve topraktan hububat ve topyekûn kâinattan insan süzüp çıkaran O’dur.
Sebeplere teşebbüs etmemeyi Allah’ın bu kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına isyan olarak değerlendirir. Ama neticeyi sebeplerden değil, Allah’tan bekler; duasını, niyazını, şükrünü ancak O’na yapar.
Peygamber Efendimiz (asm.) şöyle buyuruyor:
“Senin en büyük düşmanın nefsindir.”(3)
Bu ikazın ışığında şunu hemen söyleyebiliriz: Biz bu en büyük düşmanımıza karşı, Rabbimize en azim bir tevekkülle sığınmak mecburiyetindeyiz.
En büyük düşmanımız nefis ve onun teşvik edicisi şeytandır. Önümüzde, dünya sevgisi, mahlûkata güvenme, makam sevgisi, desinler, demesinler, kibir, gurur, hırs, tamah, haset, gıybet, iftira... her biri nice ruhları yaralanmış, nice imanları götürmüş korkunç dalgalar var.
Bu dalgaları aşmak için Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınmayı müteakip, ellerimizi Dergâh-ı İlâhî’ye açıp, O’na dua etmek, O’ndan yardım dilemek ve yalnız O’na tevekkül etmekten başka bir çaremiz var mı?
Tevekkül, bütün canlıların hatta cansızlar âleminin de yaratılışlarında var.
Toprağın altında bekleşen tohumlar, yumurtalarını uzak denizlere bırakıp geri dönen balıklar, rızık endişesine düşmeden ve doğum kontrolü hesabına girmeden yavru yapan hayvanlar ve nihayet yollarını bilmeden süratle dönen gezegenler birer tevekkül sahnesi sergiliyorlar.
Başta da işaret ettiğimiz gibi, tevekkül yüksek bir haslet, ulvî bir seciyedir. İnsan ruhu için ayrı bir terakki vesilesidir. Kul ile Rabbi arasında manevî bir rabıtadır.
Allah’a tevekkül eden insan, kalben O’na teveccüh etmiş demektir. Bu teveccüh, başlı başına bir salih ameldir, bir ibadettir. İstenen dünyevî maksat gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, uhrevî mahsül alınmış; ruh, huzurun zevkine ermiş, Allah’ı anmanın safâsını sürmüştür.
Allah’ı zikretme, yâni O’nu hatırlama, yâd etme sadece bildiğimiz ibadetlere mahsus değildir. Sabır, teslim, rıza, havf, reca da ayrı birer zikirdirler. Tevekkülü de böyle ulvî bir zikir olarak kabul etmek gerek.
Tevekküle karşı çıkanlar, nefislerine itimad ederler, Allah’ın lütfunu, yardımını, keremini hiç düşünmezler. O’nun mülkünde yaşadıklarından ve varlık adına her neleri varsa, hepsini O’nun bahşettiğinden gafildirler. Bedenlerindeki her hücrenin ve kâinattaki her sistemin İlâhî iradeyle terbiye edildiğini unuturlar.
Aslında bu kişiler, âlemlerin Rabbine bilmeyerek de olsa itimad etmekle hayatlarını endişesiz sürdürürler ve bir nevi tevekkül içinde yaşarlar. Yatağa girip gözlerini kapadıklarında kendilerini ve çevrelerindeki bütün eşyayı mutlak bir iradeye teslim etmekle rahatça uyuyabilirler. Yemek yedikten sonra sindirim faaliyetlerini hiç düşünmez, kendiişlerine bakarlar. Ama tevekkülden bahis açıldı mı hemen enaniyetleri kabarır ve bu ulvi meziyete şuursuzca karşı çıkarlar.
Allah’a tevekkül etmeyen insan, bütün ihtiyaçlarını kendi gücüyle karşılayabileceği ve yine bütün düşmanlarını da o aciz kuvvetiyle etkisiz hale getireceği vehmine kapılar. Böyle bir kişiye soralım:
- Zelzele olmasın diye yerin derinliklerine sağlam kazıklar mı çakacaksın?
- Başımıza yıldızlar yağacak olsa yer ile gök arasına sedler mi kuracaksın?
- Yağmur “gelmiyorum” dedi mi, denizi buharlaştıracak ve o buharları rüzgâra yükleyip muhtaç beldelere sevkedecek bir gücün mü var?
- İhtiyarlığa ve ölüme durun diyebiliyor musun?
- Işığı azalmasın diye güneşe yakıt mı ihraç edeceksin? Ondaki kara lekeleri sulu boyayla gidermeyi mi plânlıyorsun?
- Arz küremiz arıza yapsa, aşağı inip arkadan itekleyeceğini mi sanıyorsun?
- Korkusunu yenmek için, karanlık sokaklardan şarkı söyleyerek geçen bir çocuk psikolojisi içinde, ölüm korkusunu kahkahayla boğmaya mı çalışıyorsun?
Mü’minin ruhu bütün bu ve benzeri gülünçlüklerden arıdır, temizdir, sâfidir. Çünkü o, kul olduğunu bilir. Bütün âlemleri Allah’ın terbiye ettiği inancını taşır. Bütün mülk âleminin yegâne maliki olarak Allah’ı tanır. O’nun izni olmadan kimsenin ne zarar ne de fayda vermeye güç yetiremeyeceğine inanır. Kendine düşen görevleri eksiksiz yerine getirdikten sonra, bütün neticeler için Rabbine tevekkül eder, O’nun takdirini rıza ile karşılar. Bu tevekkül ve teslim şuuruyla daha bu dünyada iken manevî bir cennet hayatı yaşar.
Hulasa; iki dünya saadetinin reçetesi, hakikî imanın meyveleri “teslim ve tevekküldür.” Bu reçeteyi kalb âlemine hâkim kılan bir mü’min, dünyada mesut yaşar, âhirette ebedî saadete mazhar olur.
Dipnotlar:
(1) bk. Hadis-i şerif.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
(3) bk. Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, Beyrut, I/143, Hadis No: 413.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar