"Ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler..." İzah eder misiniz?
- Bu ifadelerden ulemanın akla ve mantığına; evliyanın keşfe ve zevkine dayanıp Kur'ân'ın mucizekâr cadde-i kübrâsı olan yolundan farklı bir metod izledikleri anlamı çıkmaz mı?
Değerli Kardeşimiz;
Bu paragrafta zaten bu farklılığa dikkat çekiliyor. Aklı esas alan ve merkeze koyan kelam ilmi ile kalbi merkeze koyan tasavvuf yolu her ne kadar güzel, parlak ve büyük hizmetlere vesile olmuş olsalar da minhac-ı hakiki, cadde-i kübra olan Kur’an yoluna nisbetle eksik ve noksandırlar.
Kur’an ve Kelam ilminin farkına Üstad Hazretleri şu şekilde işaret ediyor:
"Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:"
"Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:"
"Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَفِىكُلِّشىْءٍلَهُاٰيَةٌتَدُلُّعَلٰىاَنَّهُوَاحِدٌ (Her şeyde Allah’ın birliğini gösteren bir delil vardır.) düsturunu her şeye okutturuyor."
"Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor."(1)
İlm-i kelam aklı esas alan bir meslektir. Nasıl tasavvuf mesleği sadece kalbi esas alıp insanın sair duygu ve latifelerini ihmal ediyorlarsa, aynı şekilde bu meslek de sadece aklı esas alıp sair his ve latifeleri hususen de kalbi ihmal ediyorlar. Allah’ın varlığını aklî bir takım delillerle ispatlayıp sair isim ve sıfatlarının kâinattaki tecelli ve tezahürlerini ve Allah’ın rububiyet ve ulûhiyet manalarını okuyamıyor. Dolayısı ile bu tarz bir varlık kabulü sağlam ve tahkikî bir imanı temin etmiyor.
İbn-i Arabî Hazretleri bu hakikati ifade için şöyle diyor: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Yani Allah’ı bilmek sadece aklî deliller olan devir ve teselsül ile varlığını ispatlamaktan ibaret değildir. Zira O’nun varlığını kabul ile beraber isim ve sıfatları ile de bilmek ve tanımak elzemdir.
Cenab-ı Hakk’ın Zatını, isim ve sıfatlarını Kur'an-ı Kerîm'in bildirdiği ve Habib-i Kibriya Efendimizin talim ettiği gibi tanıyan bir mü’min; O’nu ulûhiyetinin şanına yakışmayan her türlü batıl fikirlerden, hayallerden, vehimlerden tenzih eder. Mutlak kemalin ancak ve ancak Allah u Teâlâ'nın Zat ve sıfatlarına mahsus olduğunu bilir, bütün mahlûkata takılan izzet ve kemallerin O'nun nihayetsiz kemalinin cilveleri olduğunu idrak ederler. Zat-ı Akdes’in; "Misilsiz... ve Vâcibü'l-Vücud ve maddeden mücerred... ve mekândan münezzeh... ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal... ve tegayyür ve tebeddülü mümteni... ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes" olduğunu bilirler. İmanları taklitten, tahkike yükselir, İnsî ve cinnî şeytanların ifsadatına ve nefislerinin desiselerine kapılmaz, tereddüd ve şüphelere düşmezler.
Cenab-ı Hakk’ı Kur’an’ın bildirdiği ve Hz. Peygamber (sav.)’in ders verdiği gibi tanıyan, bütün enfüsî ve afakî delilleri okuyan, İlahî isimlerin kâinattaki tecellilerini tefekkür eden bir mü’min, O’nu bütün kemal sıfatlarla muttasıf, vücudu vacib, kudreti nihayetsiz, ilmi muhît, iradesi mutlak olarak bilir. Mahlûkatın ise vücudunun hâdis, acizliğinin nihayetsiz, ilminin nakıs, iradesinin cüz’î olduğunu anlar.
Marifetullah; Cenab-ı Hakk’ı, Kur’an-ı Kerim’in tarif ettiği ve Peygamber Efendimiz (sav.)’in ders verdiği gibi tanımaktır. Allah’ı bilmek ise, evvelâ, varlığını ve birliğini bilmekle mümkün olur. Allah’ı bilmek dinin temelidir ve bütün ahkâm-ı diniye ona bina edilir. Bu da ancak afakî ve enfüsî deliller ile Allah’ı şek ve şüphesiz, yakinen, gözle görür gibi bilip inanmaktır.
Bu mesleklerin Kur’an’ın cadde-i kübrasına tam tamına uygun olamaması Kur’an'dan bütünü ile ayrıldıkları manasına gelmiyor.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar