Üstad’ın tahte’l-arz yaptığı hayalî bir seyahatte gördüğü “Üçüncü Hakikat”i tafsilatlı olarak izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Üçüncü Hakikat:"

"Şu gördüğün dünyayı, bütün lezaiziyle, sefahetleriyle, safalarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fasid, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez."

"Çünki bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve her şeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, bir Rabb-ı Vâhid, Semi' ve Basîr'e iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir?"(1)

Üstad Hazretleri, bu dünya hayatının, her türlü zevk ve sefasıyla birlikte pek ağır ve büyük bir yük olduğunu, bu yükün altına ancak manen hasta kimselerin gireceğini ifade ettikten sonra, bunun sebebini açıklarken mü’minin kâinata, hâdiselere ve sebeplere bakış tarzını ortaya koymuş oluyor. Konunun tahliline bu son kısımdan başladığımızda şu mâna karşımıza çıkıyor:

Bir insan bütün kâinatla alâkadar olursa, yağmurun yağıp yağmamasından, hasat zamanı ekinlerini dolunun vurması ihtimaline kadar her şeyi dert edinirse, böyle bir kişi dünyanın bütün safâlarını sürüp bütün lezzetlerini de tatsa, kalben ve ruhen büyük bir yükün altına girmiştir.

Ruhu ifsat olmuş, kalbi isyanlarla hastalanmış kişiler dünyanın zevk ve safâsıyla tatmin olurlar.

Şuurlu bir mü’min ise, ahiret saadetini daha üstün ve daha ehemmiyetli görmekle birlikte, dünyanın da meşrû lezzetlerine, safalarına, makamlarına tâlib olur. Ancak bunu yaparken “bir Rabb-ı Vâhid, Semi' ve Basîr'e iltica” eder. Yani, bütün kâinatı da insanları, hayvanları ve bitkileri de Allah’ın terbiye ettiğini düşünerek, onun dualarını işiten ve her halini gören ve bilen Rabbine iltica eder.

“Bir Rabb-ı Vâhid” ifadesi Fatiha sûresinde geçen “Rabbü’l-âlemîn” ismini hatırlatıyor. Bütün âlemleri terbiye edip onların eliyle bize nimetler veren, faydalar ihsan eden Allah’tır. Kâinatı, içindeki eşyayı ve hâdiseleri böyle değerlendiren bir insan, manen huzur bulduğu gibi, dünya nimetlerini de bu şuurla arar ve onlardan istifadeye çalışır. Bir mü’min; “Esbaba teşebbüs bir dua-ı fiilîdir.” hükmüne uyarak, netice almak için lüzumlu bütün teşebbüslerini hakkıyla ve eksiksiz yapar. Ondan sonra Allah’a teslim olur ve O’na tevekkül eder. Böyle bir insan, dünyanın bütün meşrû zevk ve safâlarını “daha rahat ve daha kârlı” olarak elde edebilir. Ne sebeplere aşırı ehemmiyet verir, ne vasıtaları hakikî müessir bilir, ne de insanların karşısında zillet gösterir.

Yirmi Üçüncü Söz'de iki dünya saadetinin yolu şöyle hülasa edilmiştir:

"İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”(2)

Kalbini dünyaya bağlayan ve sadece fani lezzetlerin peşine koşan insan, sırtına büyük bir yük alır, ruhuna azaplı bir yara açar. Zira dünya ve içindekiler devamlı ve kararlı olmayıp, fani ve yok olmaya mahkûmdurlar. Ayrıca insanın her arzusuna nail olması, her istediği şeyi elde etmesi de mümkün değildir..

"Şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur." (17. Lem’a)

Dünyaya ve dünya nimetlerine kavuşmaktan aldığımız lezzet, onların elimizden alınmasıyla ortadan kalkıyor, yerini elem ve kedere bırakıyor. Üstadımızın ifadesiyle “Bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.”

Öyle ise dünyaya bağlanmak ve sebeplere dilencilik etmek ve onların karşısında alçalmak yerine, izzet ve vakar ile Allah’a kul olmak en güzel ve en itibarlı yoldur.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre.
(2) bk. Sözler, Yrmi Üçüncü Söz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 9.434
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...