"Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur." Yoktan yaratma devam ediyor mu?
Değerli Kardeşimiz;
" Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı, 'Yoğu var edemez.' diyen adam, yok olmalı!" (1)
Yukarıda geçen, "belki umumi ve daimi bir kanunudur" ifadesinden de anlaşıldığı gibi, yoktan yaratma, her an devam ediyor. Yaratılan mahlûkatın zerratı sabit olsa dahi, o zerrattan var edilen mahlûkun bütün şekil ve sıfatları yoktan var ediliyor.
Her varlık bir kez yaratılıyor ve diğer hiç bir varlığa benzemiyor. O varlığı diğerlerinden ayıran farklılıkların tümü yoktan yaratılıyor. Yeni doğan bir bebeğin, diğer insanlarla azay-ı esaside ortak tarafı olduğu gibi, onu dığerlerinden ayıran farklı hususiyetler de vardır. İşte o farklılıkların tümü yoktan yaratılıyor. Bütün mahlûkat sürekli olarak yeniden yeniye yaratıldığına ve hiçbiri diğerine benzemediğine göre, yoktan yaratma devam eden bir kanunu İlâhîdir.
“Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır.
Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vâhid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürîd’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akıl ile görünmez.” (Mesnevi-i Nuriye)
Tevafuk ciheti, hepimizin simasının aynı şekilde olması, gözümüzün, burnumuzun, kulaklarımızın diğer insanlarla aynı özellikleri taşımasıdır.
Tehalüf ciheti ise, yapılış düzeni aynı olan bu simaların, kendilerini diğerlerinden ayıracak bir alamet-i farika taşımaları, hiçbirinin diğerlerine benzemeyişidir.
Tevafuk ciheti Allah’ın bir olduğunu gösterir, yani bütün bu simalar bir tek zatın eseridir, bir kalemden çıkmış, İlâhi takdir ile böyle plânlanmış ve O’nun kudretiyle bu şekilde yaratılmışlardır.
Tehalüf, yani birbirinden farklı oluşları ise, Allahın iradesini gösteriyor. Yani, Allah her insanı farklı bir sima ile yaratmayı irade etmiştir.
Kısacası, aynı türün fertleri olarak birbirimize benzeyişimiz Allah’ın birliğini, benzemeyişimiz de O’nun iradesini gösteriyor. Demek ki, bu tarz bir takdir ve yaratma “bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürîd’in iradesi ile, bir Alîm’in ilmiyle”dir.
“Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akıl ile görünmez.”
Her simada gayr-i mütenahi, yani sonsuz nişanlar olduğuna dikkat çekiliyor. Görünürde nişan falan yok, ama birbirimize benzemediğimize göre, göremediğimiz nice nişanlar taşımaktayız.
Bu nişanların sonsuz olduğunu şöyle de düşünebiliriz:
Kıyamet kopmasa, Allah sonsuz insan yaratır ve hiçbiri diğerine benzemez. Şu anda hayat süren her bir insanda milyarlarca insan tohumu üretiliyor. Fakat onlardan birkaç tanesine insan olmak nasip oluyor. Bu tohumların hepsinin inkişaf etmelerine, her birinden bir insan doğmasına izin verilseydi, yine hiçbiri diğerine benzemeyecekti.
Yüz tane makale yazan bir yazar, her makalede alfabenin yirmi dokuz harfini kullanmıştır. Ancak her makale farklıdır. Kudret kalemiyle yazılan Rabbanî mektupların hepsi elementlerden yazılmışlardır, ama hiçbir mektub diğerinin aynı değildir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Üçüncü Lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
İnsanı da insandan sadır olan işleri de yaratan Allah'tır. Dolayısı ile insan ne düşünürse düşünsün ne tasvir ederse etsin nihayetinde bütün bunları yaratıp ezelde takdir eden Allah'tır. İnsan zihni kaderin haricine çıkamaz ki yoktan bir şeyi icat edebilsin. Kader bütün tasvirleri tasvir eder insanda bu tasvirler içinden birisini hür iradesi ve kabiliyeti doğrultusunda seçer. İnsan kaderin imkan olarak ortaya koyduğu tasvirden dolayı değil bu tasvirlerden birisini seçmesinden dolayı mesuldur. Dolayısı ile tasviri seçen kimseye yarattı diyemeyiz ancak müreccih diyebiliriz.
Varın yok olmasına bir örnek verir misiniz?
Önce yokluk kavramının iyi anlaşılması gerekiyor.
Yokluk; mutlak ve mukayyet olmak üzere iki nevidir.
Mutlak Yokluk: Ebedî ve ezelî olarak olmamak, bulunmamak demektir ki, böyle bir yokluk mümkün değildir. Zira ezelî, ebedî ve Vacibül Vücud olan Allah, mutlak yokluğa müsaade etmez. Işık ile karanlığın aynı anda ve aynı mekânda bulunması nasıl imkânsız ise, mutlak yokluk ile mutlak varlığın da beraber bulunması muhaldir. Allah ezelî ve ebedî olarak var olduğuna göre, mutlak manada yokluk diye bir şey de söz konusu olamaz.
Üstad bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:
"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik 'a'yân-ı sâbite' tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer."(1)
Mukayyed Adem: Bir şeyin Allah’ın ezelî ilminde ilmî bir vücud şeklinde var olduğu halde, henüz haricî bir varlık kazanamamış haline denir. Bu yokluk izafîdir; Allah’ın ilminde ilmî bir vücud ile bulunduğu halde, haricî ve maddî âlemde olmayan bir şeye mutlak yok denilemez.
Eşyanın ilm-i İlâhîdeki hallerine “mahiyet” denilir. Bu ilmî vücutlara Muhyiddin Arabî hazretleri âyan-ı sabite demiştir. İlmî vücutlar mahlûk değildirler, ancak kudret dairesine çıktıklarında mahlûk olurlar ve “hakikat” adını alırlar.
Buna göre, Allah’ın ilmindeki mahiyetler esmâ-i İlâhiyenin gölgeleri, ilim dairesinden kudret dairesine geçenler ise gölgelerin gölgeleridir.
Var olanın yok olması, daire-i kudretten, daire-i ilme geçmesidir.
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.
Allah, her zaman ve mekanda varı yok eder ve yoğu var eder. Sadece biz belki farkında olmayabiliriz. Yani felsefe ve maddi ilimlerle doldurulmuş ve süslendirilmiş bir bakış açısı ve nazarı elbette tevhidi bir nazar vermediğinden esbab merkezli bir düşünceye insanı mecbur eder. Bu da Cenab-ı Hakk'ın kainattaki mu'cizelerini ve kudretinin tezahürlerini ya tevil ettirir ya da esbaba bağlayarak nazardan düşürür. Mesela üstad hazretleri varı yok etmek ve yoğu var etmek daimi ve umumi olduğunu söylemektedir. Peki bu ne demektir?
Daimi ve umumi olan bir kanun dünyanın her yerinde ve zamanında caridir. Her yerde mümkün ve mevcuttur. Çok fazla vaki olması gerekir.
Varı yok etmek veya yoğu var etmek ilgili misaller verelim ta ki mevzumuz daha anlaşılır olsun.
Mesela yoğu var etmekle ilgili bir çok misaller verilebilir. Peygamberler zamanında yaşanılan mucizelerin hepsi yoktan var etmektir. Ellerinin parmaklarından çeşme gibi su çıkması , taamın bereketi vb. esbab ve zerrelerle ile açıklanamaz. Allah'ın yoktan var etmesiyle ilgilidir.
Sadece peygamberlerin mucizelerinde değil hayatımız dahi suretler, sıfatlar, şekiller, ahvalleri yoktan var edilmesiyledir. Fiilleri yaratan kendisi olduğundan yoktan var eder. çünkü fiil öncesinde yok idi.
Manalar ve ilhamlar , ruhani alemlerle ilgili yaratılışlar yoktan var etmekle ilgilidir. Çünkü kudret , alemi melekuta taalluk ettiği için perdesiz, esbabsız, zamansız, ani ve defi olur. Yani alemi melekuttaki yaratmalar yoktan var etmekle veya varı yok etmektir.
Şimdi varı yok etmeye gelirsek bu kısım yaratılış sanki Allah, nadir yaptığı bir şeymiş gibi düşünülüyor. Veya sadece kıyamete has bir yaratılış gibi biliniyor. Aksine bu da üstadın dediği gibi daimi ve umumidir. Mesela;
Dünyanın her yerinde ateş, odunu yakar. Odun yandıktan sonra kül ve enerji (ısı ve ışık) meydana gelir. Bu enerji nereden geldi veya odun nereye gitti bunu biliyor muyuz ? Felsefe ve maddi ilimler odunun şekil değiştirdiğini ve dönüştüğünü söyler. Çünkü var yok olmaz diye inandıkları için öyle düşünürler.
Peki tevhidi ve Allah hesabına bu olaya bakarsak ne dememiz gerekir?
Kanaatimce bu odunun yanması olayında iki türlü yaratılış var. Birincisi odunun yanması yani yok edilip hemen akabinde ısı ve enerji ortaya çıkması yani var edilmesidir. Hem varı yok etme hem yoktan var etme meydana gelir.
Üstadın iktiran görüşü burda da geçerlidir. Yani odun yanması ile enerji ve kül meydana gelmesi iki farklı fiil olup birlikte kısa zamanda meydana geldiğinden birbirine illet kabul edilmiştir.
Hülasa eğer felsefe ilimlerinin dediği gibi dönüşüm olsa idi geri dönüşüm içinde bir yolu bulunurdu. Halbuki yoktan var edilen bir sütü bile ota döndüremiyoruz. Yanmış ve kül olmuş bir odunu geri döndürüp odun yapamıyoruz. Bilhassa kimyasal reaksiyonların hepsini bu tevhidi bakış açısıyla bakmamız lazımdır.
Ezcümle , insanın geri döndüremediği her şey, yoktan var etmedir ve varı yok etmedir. Çünkü insan varı yok edemez, yoğu var edemez.
Bu verilen misaller gibi daha bir çok misaller var. Varı yok etmeler ve yoğu var etmeler mevcuttur, vakidir. Sadece bakmak ve görmek meselesidir...