Zulüm gören bir milletin, zulmüne bilerek sebep olan Müslüman kardeşine ayaklanması, dini açıdan nasıl değerlendirilmeli?
Değerli Kardeşimiz;
Ayaklanma, nereden bakarsak bakalım hep menfi, mahsurlu ve tahrip kokan bir hâdisedir.
Bizim ise; hareketimiz her zaman müspet olmalıdır. Bizde tadilat vardır, tahribat yoktur. Düşmanla değil, düşmanlıkla mücadele etmeliyiz.
Muhabbete kuvvet verip husumet askerlerini bozmalıyız. Ayaklanma tabiri çok ağır ve çok tehlikeli bir ifadedir. Zira bu zamanın cihadı ayaklama ve kaba kuvvetle değil; fikirle, ilimle, tebliğle ve kavlileyyin iledir.
Ayaklanma ve güçle cihat, mazide kalmıştır. Bu zamanda maddî cihat ise; sadece harici düşmanların hücumunda, o da ayaklanarak değil, ihtisas ehli olan ordumuzun gücüyle ve nizamlı bir mukabele şeklinde olur.
Ayaklanmak tabiri bir memlekette mevcut nizama ve düzene karşı halkın isyanıdır ki; bu vaziyet dinen, insaniyeten, hukuken, medeniyeten ve mesleğimiz itibariyle çok yanlıştır ve feci akıbetleri meydana getirir.
Her zaman, hükümdarın zalimi, fitne ve anarşiden hayırlıdır. Bunun en can alıcı ve en acı misai Irak’tır. Ayrıca maddî mücadele şahısların değil; devletin, diplomasinin ve ordunun vazifesidir. Bizlere terettüb etmez.
Bizlerin vazifesi; herkes kendi ihtisas sahasında, anarşi ve teröre meydan vermeden, asayişi ihlal etmeden müspet hizmetler ifa etmektir. Hukuktan ve adaletten taviz vermeden, muhabbetle müspet işler ortaya koymaktır. Demek ki; herkes haddini bilmelidir. Bir ülkede, herkese düşen ayrı ayrı vazifeler vardır.
Askerin, polisin, siyasetin, diplomasinin, âlimin vs. yapacaklarını; her vatandaş kendine vazife alarak üstlenirse, -maazallah- ülkemiz Irak’a döner, huzur ve emniyet kalmaz. Bu ise; çok acı bir imtihan, sefalet ve musibet olur. İşte terör ve anarşi budur.
Bugün bütün âlem-i İslam’ın kalbini derinden yaralayan ve vicdanlarını sızlatan Filistin, Suriye ve Mısır’da yaşanan elim hadiseler hep ihtilaf ve tefrikanın neticesidir.
Endülüs’ü yıkan, Türkiye topraklarının beş misli olan Türkistan’ı, Komünist Rusya ve Çin’e, Müslümanların ilk kıblesi olan Kudûs-ü Şerifi de Yahudilere peşkeş çeken tefrikadır. İslâm âlemini asırlarca ayakta tutup, haçlıların saldırılarına karşı sed çeken Osmanlı devletini parça parça eden tefrika olduğu gibi, Afganistan’ı kanlara boğan, yine cehalet, nifak, makam kavgaları ve tefrikadır.
Ehl-i Sünnet âlimleri, devlet idarecilerinin adaletli, idari işlerden iyi anlayan ve dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Ehlisünnet âlimleri, faraza cebir ve kuvvet kullanarak zorla iktidara gelmiş olan devlet reislerine de liyakat şartına bakmadan itaati gerekli görmüşlerdir. Onlar hak ve hakikati daima itaat içinde aramışlar ve isyana hiçbir şekilde cevaz vermemişlerdir. Çünkü devlete yapılan isyan, büyük bir fitneye ve şerre yol açar. Malumdur ki, isyan ile ortaya çıkan nifak, kargaşa ve anarşinin kapısını kapamak fevkalade zordur. İsyan hâli giderilmediğinde o devlet ya başkalarının hâkimiyeti altına girecek veya onların oyuncağı durumuna düşecektir.
Fahr-i Âlem Efendimiz (sav.) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) şöyle buyurur: “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.”
Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.
Allah Resulü (sav.): “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et” diye buyurdular. (Tac Tercümesi, 3. cilt sayfa, 44-45)
Resulullah Efendimizin ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.
Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimizin (sav.), zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak değil, onun büyümesine mani olmak olarak anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir. Zira itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır.
İbn-i Abbas’dan (r.a.) rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Bir kimse herhangi bir emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanından (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyet ölümü ile ölür.”
Hadis Profesörü Kâmil Miras bu hadisi şöyle açıklamaktadır: “Vahiy ile müeyyed olan Peygamberimiz (sav.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. Ve “her kim sabırsızlanarak bilintihap amme velayetine haiz olan sultandan, yani millî otoriteyi temsil eden devlet reisinden ve İslam ümmetinden bir karış ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür buyuruyor ki, bunun manası; “Başsız ve içtimai nizamdan mahrum cahil milletlerin asi bir ferdi olarak ölür” demektir. Yoksa dinsiz olarak ölür demek değildir.”
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa ona kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir.”
Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiye’de şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir. Dil ile düzeltmek yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin, kalben buğz etmek de avam-ı nasın görevidir.
İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen meseleler” için söz konusudur. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:
Übade bin Sâmit, Resulüllah’ın (sav.) kendilerini davet ederek şu manada biat aldığını haber vermektedir: “Emirlerinize (İdarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli, hem de kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması hâlinde, onları dinlemeyeceksiniz”(Müslim)
Nevevî bu hadisi şerh ederken şöyle der:“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icmaı ile haramdır.”
Evet, münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.
İmam-ı Nevevî mezkûr hadis-i şerifi izaha devamla şöyle buyurmaktadır: “Fakihler, hadisçiler ve kelamcılardan müteşekkil ehlisünnetin cumhuru; sultan fısk, zulüm ve hukuku tatil etmekten dolayı isyanla azledilmez ve vazifeden alınmaz demişlerdir. Onlara isyan etmek değil, onlara vaaz etmek ve onları Allah’ın azabıyla korkutmak gerekir. Çünkü bu konuda Resulullah’tan (sav.) şu hadis varit olmuştur: ‘Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hak kelâmı söylemektir.”
Görüldüğü gibi, idarecilerden gelecek zulüm ve baskılara, haksız icraatlara karşı, meşru zeminlerde hakkı savunmak; cihadın en faziletlisi kabul edilmiştir. Bu mücadele zemine, zamana, şartlara göre, müspet yoldan, en uygun ve faydalı bir şekilde yapılmalıdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü