"Adâlet" ve "Hikmet" münasebeti nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Adalet: Kelime olarak zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak manalarına geliyor.
Müspet adalet her şeyin yerli yerine konulması ve her hak sahibine hakkının verilmesi manasındadır. Mesela, kuzunun bedenine aslan ruhu, aslanın bedenine de kuzu ruhu yerleştirmek adalete uygun olmaz. Kulağın yüzdeki orantısı faraza iki metre olsa, adalet ve ölçüye sığmaz. Her azanın boyutları ince bir ölçü içinde düzenleniyor, faraza yüzdeki burun bütün yüzü kaplayacak derecede büyük olsa diğer azaların hakkına tecavüz etmiş olur ki bu da bir adaletsizlik tezahürüdür.
Dünya yüzünde unsur ve elementler adil bir şekilde tanzim edilmiştir, şayet demir bütün dünya yüzünü kaplasa idi, hem hayat olmaz hem de diğer unsur ve elementlerin varlığına haksızlık edilmiş olurdu. Buna benzer misalleri çoğaltmak mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında, kâinatın umumunda mükemmel bir nizamın ve adaletin gözetildiği anlaşılır. Yani kâinattaki bütün ahenk ve ölçüler, intizam ve kaideler hepsi adaletin bu şıkkının tezahürüdür. Her şey mutlak adalet ve ölçü içinde yaratılmıştır. Böyle mutlak adalet sahibi olduğu kâinat ile sabit olan bir zatın, ahireti yaratmaması düşünülemez. Eğer ahiret olmazsa, dünyadaki bu mükemmel nizamın hiçbir manası kalmaz ve her şey hikmetsiz ve abes olur. Allah hikmetsiz ve abes iş yapmaktan münezzeh ne mukaddestir.
Hikmet; her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır. Hikmet; insandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere olma mertebesidir.
“Bu işin hikmeti nedir?” denildiği zaman, “Bundan maksat ne, bilemediğimiz ne gibi gizli sırlar taşıyor?” mânası akla gelir. O halde, yapılan işten bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin.
Mesela, gözün hikmeti görmektir, gayesi ise görülen eşya üstünde tecelli eden Allah’ın isimlerini okumak, tefekkür etmek ve kullukta bulunmaktır.
Bu düşünce bizi hikmetin, “amelle beraber ilim” tarifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin fiiliyat sahasına konulmasını ve faydalı neticeler vermesini şart koşarlar.
Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, yaptığı işlerde malâyani dediğimiz, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar olur.
Marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânasından feyiz alır ve nasiplenirler.
Adalet ile hikmet, birbirilerini tamamlayan iki isim, iki sıfattır. Adaletsizlik nasıl hikmetsizlik ise, hikmetsizlik de adaletsizliktir. Bu sebeple ikisi iç içe çalışırlar. Mesela cennet ve cehennemin varlığını hem hikmet hem de adalet iktiza eder. Yokluk ise hem adalete hem de hikmete zıttır.
“Bâb-ı hikmet ve adâlet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.”(1)
Hikmetin, en yaygın mânası “gaye, fayda, sır”dır. Sır, hemen anlaşılması zor olan ince mânalar, derin maksatlar ve faydalar demektir.
Hikmetin zıddı abesiyettir. Yapılmasında hiçbir fayda olmayan, söylenmesinde hiçbir mana bulunmayan boş işlere ve sözlere “abes” denir.
Kâinat, baştanbaşa ilim ve hikmetle yazılmış İlâhî bir kitaptır. Üstad Hazretleri fenler için “cevasis” (casuslar) tabirini kullanır. Kâinat kitabının ince ve gizli mânalarını araştıran her bilim dalı, Allah’ın bütün işlerinin son derece hikmetli olduğunu ortaya koyar.
İnsan, kâinatın bir küçük misâli olduğundan, aynı hakikati, her bir insan kendi vücûdundaki İlâhî sanatlarda ve rabbanî icraatlarda da rahatlıkla görebilir ve okuyabilir. Saçtan tırnağa, akıldan hâfızaya kadar bütün maddî ve manevî cihazlar hikmetle dokunmuştur. Hiçbiri faydasız, abes değillerdir.
Bu kısa açıklamadan sonra hikmetin ifade ettiği mânaları maddeler hâlînde sıralayalım:
- Hikmet; işleri en doğru ve uygun biçimde yapmaktır.
- Hikmet, eşyanın hakikatinden bahseden bir ilimdir.
Bu mânada felsefeye de ilm-i hikmet denilmiştir. Üstadımız ise “ilm-i hikmet dedikleri felsefe” ifadesiyle bu tarife iştirak etmediğini gösterir. Zira aklın mahsulü olan felsefenin, özellikle metafizik sahada, çok yanlış tahminlerde bulunduğu, batıl hükümlere vardığı bilinmektedir. Bunların ise hikmetle bir ilgisi yoktur.
İlâhî Fermanın bir isminin de Kur’ân-ı Hakîm olması çok mühimdir. Ona uyan kişi inançta ve düşüncede istikamet yoluna girmiş demektir. “Necisin, nereden gelip nereye gidiyorsun? Bu dünyada vazifen ne? Bu kâinat ve ondaki hadiseler ne mâna ifade ediyor?” sorularının doğru cevapları ancak Kur’ândan öğrenilebilir.
- “Hikmet, eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler” şeklinde de tarif edilmiştir.
- Hikmetin bir tarifi de “ilimle beraber amel” şeklindedir. Sadece ilim olursa buna hikmet denilmiyor. Bir kişi içkinin zararlarını mükemmel şekilde anlattığı halde içki içmeye devam ediyorsa bu şahsa “hikmet sahibi” denilmez.
Son verdiğimiz tarifi, bazı zâtlar “faydalı ilim ve sâlîh amel” şeklinde ifade ederler.
- Hikmet, insandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere kullanılmasıdır. Nur Risaleleri’nde insandaki kuvve-i akliyenin ifrat mertebesinin cerbeze (hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâ), tefrit mertebesinin gabavet (anlayış kıtlığı, aptallık), istikametinin ise hikmet olduğu ifade edilir.
Hikmetle ilgili iki ayet-i kerîme:
“Kime hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir.” (Bakara, 2/269)
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” (Nahl, 16/125)
Adâlet kavramını da ana hatlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
Adâletin kelime mânası hak ve hukuka uygunluk demektir.
İlâhî adalet ikiye ayrılıyor:
Birisi, her hak sahibine hakkını vermek, diğeri ise zâlîmleri cezalandırmak.
Cenâb-ı Hak, hayat verdiği bir mahlûkuna görme, işitme gibi duygular da veriyor. Bunlar hayat için zaruri ihtiyaçlardır. Öte yandan, canlılara mide verdiği gibi rızık da yaratıyor. Bu rızkı bulmaları için o hayat sahibine bir takım cihazlar takıyor; kuşlara kanat, aslanlara pençe vermesi gibi. Adâletin bu şıkkının bu dünyada sayılamayacak kadar çok örnekleri vardır.
Diğer şık olan “zâlîmlerin cezalandırılması” ise, büyük bir çoğunlukla ahirette tahakkuk edecektir. Bu imtihan dünyasında peşin mükâfat verilmediği gibi peşin ceza da verilmiyor. Bazen, ibret için, bu dünyada da zâlîmlerin ceza gördüğü oluyor.
Ahirette, insan zerre kadar hayır işlemişse onu yazılmış olarak bulacak ve görecek, aynı şekilde zerre kadar şer işlemişse onu da görecektir. Bu görme olayı mahşer meydanında, mîzan safhasında olacak, günah ve sevaptan hangisi galip gelirse ona göre insan cennete yahut cehenneme gidecektir.
İnsanların adâlet uygulamalarında da iki farklı adâlet tarzı ortaya çıkmaktadır: Adâlet-i mahza ve adâlet-i izafiye.
Adâlet-i mahza, “tam ve mükemmel adâlet, bir ferdin hakkını bütün insanlar için de olsa feda etmeyen adâlet” şeklinde tarif edilir.
Adâlet-i izafiye ise “toplumun menfaati için ferdi feda eden”, bir başka ifadeyle “küllün selameti için cüzü feda eden” adâlettir. Bir şahsın arazisinden yol geçiyor ve istimlâk edilmesi gerekiyorsa, adâlet-i mahzaya göre o şahıs razı olmadıkça arsası istimlâk edilemez. Adâlet-i izafiyeye göre ise edilir.
Üstad’ın şu ifadesi bu noktada çok önemlidir:
“Adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise, adâlet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat.
(2) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü